Baba-oğul karşılıklı oturmuşlardı. Bir örnek giydikleri beyaz pantolonları kaliteli ayakkabılar ve yaşlarına uygun tişörtlerle tamamlanmıştı. Susam soslu karideslerle, tuzlanmış balıklarla, limonlanmış midyelerle donatılan sofra hayli kalabalıktı. Çakırkeyif fikirler havada uçuşuyor, arada yüksek bir desibelde kahkahalar koy veriliyordu. “İçelim oğlum!” nidalarıyla karşısındaki oğluyla ilke bir iletişim kuran bu çok zengin babanın tatminkar bir ifadesi vardı. Rakı kadehleri tokuştukça tokuşuyordu. Arada garsonlara yapılan “Ondan da getir” çağrıları asla cevapsız kalmamıştı. Beyaz porselen tabaklar giderek sıkışıyor, birbirlerine tıslayarak gülen baba-oğul arasında bol mezeli bir köprü oluşturuyordu.
“Üniversite vakit kaybı yaa…” diyerek suskunluğunu bozan oğul, verdiği dahiyane demeçten son derece memnundu. Babasının onayını tarayan siyah gözleri kısa bir süre önce tuvalette, düzelttiği saçlarında gezinmişti. Babasının gevrek gülüşünü duyduktan sonra hızını iyice alamadı: “Okul parası desen 45 bin pound. Londra’da 15 bin pound’an altında ev kiralayamazsın. E bi 10 bin pound da cep harçlığı… Yılda 70 bin pound, dört yılda 280 bin pound eder.” İktisat okurken daha hiç kullanmadığı bu kusursuz matematik karşısında kendisi bile büyülenmişti; babasının büyülenmemesi içten bile değildi.
“Tabii ya..” diye devam etti. “İngiltere’de okula verdiğim parayla şimdiye iş kurar, süper bir sermayeyle deli gibi para kazanırdım.” Beyni yanıldığını belirten en ufak bir sinyal bile vermiyordu. Paragöz düşünceler ve kapitalist algılarla soslanmış bu aynı beyin, yemek boyunca hiçbir zeka pırıltısı da göstermemişti. Arada kol kaslarına kavuna uzanmasını tembihleyen sinir hücreleri kim bilir gece bitene kadar kaç fire verecekti…
Rakıyla yumuşatılan ortam ara ara müstehcen fıkralarla, kahkaha sağanaklarıyla ve sürekli yenisi getirilen mezelere boğulurken oğul yeni demeciyle parıldadı: “Parayla her şey alınır aslında.” Babanın bu sözler üzerine gelen tepkisi bir öncekinden de hızlı olmuştu:
“Aslan oğlum benim!” –tak-
Yine tokuşturulan kadehler ve beyaz peynire sızan rakı damlacıkları.
Oğul yaptığı bitirişten memnundu. Kısa, etkileyici ve ani olmuştu. Bitirdikleri 70lik rakı şişesini yanağına dayayarak bir kahkaha daha patlatan babasının aklından geçenleri okumaya çalıştı:
Aslan oğlum benim.
Nasıl koydu lafı ama.
Büyüdü de adam oldu işte.
Heyt be! Aslanım benim…
Ertesi sabah marinaya çekilmiş yatlarında uyandığında babasına en yakın olabildiği yerin rakı sofrası olduğunu idrak edebilmişti sonunda. Bir başka akşam, bir başka balıkçıda, sarhoş olmaya yalpalayan adımlarla ilerleyen babasına bir gösteri daha yapacak, sırtı sıvazlanan örnek evlat olarak aile albümlerinin vazgeçilmezi haline gelecekti.
dibebirnot: Evet, hala tatildeyim, ama internetim var, arada kurcalıyorum. Ördekler kaplumbağalar var burda, ben de kitap okuyorum, yazı yazıyorum.
Şimdi bu öykü nerden çıktı diyceksiniz.. Ben bizzat vardım bu sahnede. Tabii bazı kısımları atladım, değiştirdim, masanın öbür tarafında kafayı yiyen beni dış ses haline getirdim. Yüzde yüz gerçek diil yani. Ama büyük ölçüde bi gerçeklik payı var. Özellikle diyaloglarda tamamiyle aslını yazdım, aralarda geçen konuşmaları ve sevgili babamın bu kalınkafalı baba oğula para herşey diildir'i anlatmaya uğraşmasını atladım. Bu adamlar bize yemek ısmarlamışlardı, ama keşke ısmarlamamış olsalardı diye de düşünmedim diil. Dışarıdan bakınca "Oha var mı böyle insanlar gerçekten?!" diye düşünüyor olabilirsiniz, ama varlar. Afedersiniz bok gibi paranın içinde, satın alınabilcek herşeye sahip olup düşünme yetisinden yoksun olanlar var. Üzücü, ama gerçek.
Bu iç karartıcı dibebirnot'tan sonra tatilden dönüp daha mutlu mesut yazılar da yazıcam!! Ama beni inanılmaz uyuz eden bu olayı paylaşmadan edemedim işte.
Öpüldünüz sevgili okurcanlar.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder