30 Mayıs 2009 Cumartesi
The Ortadan Sıkılanlar (white album)
15 tane dinlenilesi şarkı. söyleyeni veya şarkı adında mutlaka white geçeninden..
esen kalın..
1- In The Cold Cold Night - White Stripes
2- White Rose - Nick Cave & Kylie Minogue
3- White Queen - Queen
4- I Just Died In Your Arms Tonight - Whitesnake
5- White Rabbit - Jefferson Airplane
6- White Summer - Led Zeppelin
7- Let The Music Play - Barry White
8- Black Sunshine - White Zombie
9- White Chalk - PJ Harvey
10- Wait - White Lion
11- Nothing Is For Ever - White Lies
12- White Ladder - David Gray
13- White Room - Cream
14- Person To Person - Avaredge White Band
15- White Unicorn - Wolfmother
27 Mayıs 2009 Çarşamba
hangisi döver vol.3
yeni hangisi döveri sunmaktan büyük bir kıvanç duymaktayım..
başlayalım mı..
ehm... (eye of the tiger artarak gir..)
mavi köşede yılların anchorman'i efendim acı varmı acı repliğiyle şoka uğratan balıksuratlı REHA MUHTAR
kırmızı köşede ise bastonuyle s çizen ibret-i alem hikayeleri ve pis fırın denetlemeleriyle SAADETTİN TEKSOY
--VERSUS--
I'm a loser
Dans ede ede,keyiflene keyiflene I'm a loser söyleyebiliyor,ironiden keyif alabiliyorsanız siz hayatın özünü sıkıp lıkır lıkır içebilirsiniz.Güzel insansınız.Böyle yani bence .)
23 Mayıs 2009 Cumartesi
Eski Huylar: Dinle Çekirge.
Hadi bakalım, dinle çekirge:
Fake Plastic Trees-Radiohead
Ring Out The Bell-Travis
Don't Crash The Ambulance-Mark Knopfler
Copy In Black and White-Absynthe Minded
I Saw Her Standing There-The Beatles
Feels Like Fire-Santana&Dido
18 Mayıs 2009 Pazartesi
ehe.
1- http://www.fitifiti.tv
2-ey ahali.. okurcansın yazarsın farketmez
haftaiçi pazartesi 4 geri kalan günler 3 civarı moda'dan kadıköye yürüyorum.
o gün canınız sıkılmış, işiniz düşmüş olabilir
mesaj atın höhöhböböb diyin geliyim bi güldürüyim.
okullar kapanana kadar bu güzellik size müessesemizden hediye
bir adet fermiuma kahve dondurma alabilirsiniz beleşe yürütebilirsiniz, erik ikram edebilsiniz.. biletler biletix de...
17 Mayıs 2009 Pazar
varoluşçuluk. ve yaz duyuruları..
ayrıca bazı şeylerde yaz tarifesine geçiyorum örneğin kıskançlık soğuk suyuma, dondurmama ve çileğime sulanan almaya çalışan olursa dinlemem.. artık istemiyosam toksam falan bi şansınız olabilir.
16 Mayıs 2009 Cumartesi
yaz geldi.
hatırlarsanız sevgili okur bahsetmiştik ki soğuğu severiz ama bi sor bakalım sıcağı sever miyiz. kendi adıma cevaplayacak olursam kışı ve soğuğu severim yazı da severim ama sıcak pis ve illettir. yemeğinizi yerken sizi rahatsız eden kara büyük bir sinektir sıcak..isterim ki hiç bu kadar sıcak olmasın. yani en azından bu iyi daha sıcaklamasın ama ne yazıktır ki daha aylardan mayıs.. küresel ısınma fena çarpıcak sayın sevgili okur adım adım tanık olacaksın buna.
not: jude sakallarını kes artık..
not: bak radyoda layla çaldılar keyfim yerine geldi mehe mehe
10 Mayıs 2009 Pazar
Being George Berger

Olduğu gibidir Berger. beyaz orta sınıf ahlakı tarafından boktan ve işe yaramaz ilan edilmiş bir serseridir ancak gözden kaçan şudur ki kendisi de aynı sınıftan gelmesine rağmen establishment ile barış yapmasını becerememiş, ona dahil olmaktan sadece tiksinmeyen aynı zamanda korkan naif bir ruhtur.
Bir hipster değildir Berger, çalıntı arabalara düz kontak yapmasını da bilmez, takım elbisesinin altından 45lik çıkarıp kendine eroin parası devşirmeyi de... ama çok güzel şarkı söyler, dans eder, hayal kurar. Aklına zincir vurmak için toplanmış seçkinlerin sofrasında topuklarını vurarak raks etmesi bundandır elbet. Dolaysızdır sonra. doğrudan ister ne isteyecekse, eliyle gösterir, tüm hücreleriyle nefret eder, benzersiz bir inatla "dışında kalır"! ama gülümsemesini ödünç alamazsınız.
Aklı firarda romantik bir siluettir Woodstock'ta, ağlamaklı bir San Fransisko şiir rönesansı gezgini, denver maliki, highway 61 müdavimidir. Berger "neden olmasın?" demenin en üst perdeden haykıranıdır.Berger "dışında kalmak" için edilen yeminlerin en matrak olanıdır.
Saçları vardır berger'ın. bu gece, 4 decade sonra, yana yakıla içilesi, artık unutulmuş metaforların adresi bir büyük kıl yumağı olan...
Ben yazmadım ,ama bulduğumda çok hoşuma gitti.Berger olmayı bir nebze anlattı işte.Hep söylerdik ya :)
3 Mayıs 2009 Pazar
Yerinden oynamayan bir kütle ile durdurulamaz bir güç çarpışırsa ne olur?
Ersin Karabulut
5 yıldır bisiklete binememiş bi' adam bisiklete binerse hemi de çok binerse ne olur?
Mahavishnu
Efendim çok pis olur.Şu an da baldırlarım ve afedersiniz ama kıçım deli ağrıyor.Hamlamışız işte.Ama bisiklete(pisiklet)binmeyi çok özlemişim.Bundan sonra caddebostanda bol bol popom tutulacak.
Üşendim yazmaya ama güzeldi işte.3 adaş Jude Ben ve gizemli çok kuul adam( =) ) bindik bayaa.Bissürü sandviç yedik,şarkı söyledik,itişip kakıştık,manzara seyrettik,müzik dinledik ve Heybeli Ada'yı 2 kez falan turladık.
Buradan gelmeyen kolombusa o anamızı ağlatan yokuşlar var ya sana girsin demek istiyorum affınıza sığınarak.Ayrıca Jude da öyle bir kondisyon var,sanırsın hayvan evladı o derece.Ayıp yani.
Hımbıl değilim ben,5 yıldır pisiklete binmemişim fark atıyosun bana...
Gelince editle burayı da.
SIS ! bide hımbıl değilim diyo... 5 senedir (çok af dile) k.çın sele görmemiş işte hımbılsın !
yola çıkarız, 2 metre sonra mahavishnu durur, "ay aman of çok yoruldum..."
dinleniriz.
tekrar yola çıkarız, 3 metre sonra arkama bakarım, mahavishnu yok, nerde ? uzaklarda bir nokta olarak gözüküyo, bisikleti eline almış, "ay.. aman.. of.. peh.." nidalarıyla geliyo... ben buna hımbıl derim ?
ayrıca evet, pekde bir güzeldi... bisikletten bu kadar haz almamıştım, süpersonik bi atmosfere süpersonik insanlarla böyle bisikletle gitmek çok acayip oluyormuş... "ada" kavramı süper bişey ki, insana istanbulda olduğunu unutturuyo, sanki çok uzaklaşmış hissettiriyo... öyle valla. bu arada evet, OGZ muhalefetiyle gel(e)memiş kolombusu esrefli esrefli kınamalarımı, ido muhalefetiyle gelememiş fermiumada tüh tüh vah vahlarımı yollarım burdan, bidaha mutalaka gitcez. çok güzel bişey bu, yapıcaz bidaha. WE GOTTA GO BACK TO THE ISLAND ! (5. sezon.. ehem.)
Tüketim Krallığı
Şimdi ise gardırobun önündesiniz. Seçim yapması çok zor; geçen hafta aldığınız pantolonun üstüne şık bir kazak mı, yoksa en yeni kotunuz ve son indirimde bulduğunuz tişört mü? Annenizin yıllar önce ördüğü hırka, dolabın bir kenarında terk edilmiş halde beklerken önce kazağa daha sonra pantolona uzanıyorsunuz.
Ayakkabı seçimi yapması nispeten daha kolay; aynı modelin onlarca farklı rengi arasından kazağınıza en iyi uyacak ayakkabıyı seçiyorsunuz. Kapıdan çıkmak üzere anahtarlığınızı arıyorsunuz, o sırada gözünüz cüzdanınıza ilişiyor; içindeki paraları saydıktan sonra, son bir kez etrafa bakıyorsunuz. Ertesi gün plazma televizyonu takmak için eve servis geleceğini hatırlıyorsunuz boş duvarı görünce; keyfiniz yerine geliyor.
Garaja indiğinizde boşlukta yankılanan melodik bir sesle arabanızın kilidini açıyorsunuz. Deri ceketinizi arka koltuğa bırakırken hafif eskimiş olduğunuz düşünüyorsunuz, oysaki daha altı ay önce almıştınız. Kontağı çevirdiğinizde arabanızın motorlarından gelen gücün uğultusunu hissediyorsunuz. Konforunuz için özel olarak tasarlanmış sürücü koltuğuna kendinizi yerleştirirken, radyonun düğmesine basıyorsunuz. Çalan şarkı geride bıraktığınızın yaz aylarının en popüler şarkısı; tatildeyken sizin de bu şarkıda dans etmişliğiniz var. Şimdi ise sanki üzerinden on yıllar geçmiş gibi eski geliyor bu şarkı size; birkaç ay önce arkadaşlarınızla en sevdiğiniz şarkı iken, artık sıkıcı olduğunu düşünüp radyoyu kapatıyorsunuz. Garajdan çıkıp havuzların mavisinin bahçelerin yeşiliyle yarattığı yapay uyuma bir kez daha hayran kalıyor, bu şahane sitedeki evi almakla ne kadar iyi bir iş yapmış olduğunuzu kendinize hatırlatıyorsunuz. Öbür evinizin de güzel olduğunu düşünmüştünüz zamanında; ta ki özel garajı, özel güvenliği, özel spor salonunu, özel alışveriş merkezini, özel restoranı ve özel yüzme havuzlarını görene kadar.
Kahvaltı yapmadınız, ancak bu hiç sorun değil; en sevdiğiniz kahve zincirinin 13.500 şubesinden birine adım atıyorsunuz. Her zaman içtiğiniz kahvenin uzun ve gösterişli adını bir çırpıda telaffuz ettikten sonra, kelime oyunlarıyla yaratılan adlarının daha da cazip hale getirdiği keklerden birini gösteriyorsunuz kasadaki çalışana. Göz açıp kapayıncaya kadar, siparişiniz küçük bir tepside önünüze geliyor. Hesabınızı ödüyor ve sizin gibi evinde kahvaltı yapma zahmetine katlanmamış insanların arasından geçerek kendinize boş bir masa buluyorsunuz. Bir sandalyeye ceketinizi yerleştirdikten sonra, diğer sandalyeye oturuyorsunuz. Kaldırımın kenarına park ettiğiniz arabanıza ilişiyor gözünüz; önce jantları ve tekerlekleri süzüyor, daha sonra güneşte parlayan kapılara bakıyorsunuz ve özel olduğunuzu düşünüyorsunuz. Şık giysiler, şık arabalar, şık sitelerde şık evler; şık kafelerde, şık kahvaltı menüleri…
Özel olduğunuza inanıyorsunuz, ama aslında değilsiniz. Hiçbirimiz değiliz. Durduramadığınız satın alma arzumuzun, bizi ele geçirmiş olan tüketim furyasının kontrol ettiği bireyleriz. Küçüklüğümüzden bu yana devam eden etkileyici bir süreç sonucunda, tüm bu imkânları bize sunan şirketlerin ve bu şirketlerin başındaki insanların kölesi haline gelmiş durumdayız.
Eskiden oyuncakçılardan gözümüzü ayıramazdık. Bir bebeğimiz varsa ikincisini, yarıştırdığımız iki araba rekabet duygumuzu yeterince tatmin etmezse bir üçüncüsünü isterdik. Parlak ışıklarla aydınlatılmış büyük dükkânlarda, raflara dizilmiş binlerce oyuncak arasında kendimizi kaybederdik. Önem verdiğimiz şey oyuncaktı o zamanlar ve bizler de oyuncak sektörünün toy köleleri olarak, anne babamızı sömürürdük. Onların “hayır olmaz evde çok var”larına kulak tıkar, istediğimizi almakta ısrar ederdik. Şimdi de durum pek farklı değil. Ne zaman büyük bir alışveriş merkezinin kapılarından içeri girsek, ışıltılı bir dünya ayaklarımız altına seriliveriyor. Adeta göz kırpan cansız mankenler, parıldayan yepyeni elektronik eşyalar, muhteşem bir ahenkle hazırlanmış vitrinlerde mobilyalar… Hepsi satın alınmayı ve aynı hevesle aldığımız ancak hiç kullanmadığımız eşyalar arasına katılmayı bekliyor.
Sadece bu da değil. Alışveriş merkezini terk ettiğimiz anda, yine tüketim furyasının içinde buluyoruz kendimizi. Dev panolarda, dev reklamlar, radyolardaki gürültülü insanların beynimizin her hücresine kaydetmeye çalıştıkları ürün sloganları, televizyonlarda hayatını evler ve arabalarla renklendirmiş mutlu aile tabloları… Nereye gitsek öyle mükemmel bir dünya resmediliyor ki bizlere, tüm bu dekorun ardında neler olduğunun farkına bir türlü varamıyoruz.
Yönetiliyoruz. Zevklerimiz, isteklerimiz, hedeflerimiz ve arzularımız kontrolümüzde değil. Her saniye, her dakika bizlerin aldıkları şeylerle para kazanan şirketler tarafından belirleniyor hayatımızın izleyeceği yol. Zevkler, istekler, hedefler ve arzular bizim yerimize yaratılıyor ve önümüze sunuluyor. Yüzlerce telefon şirketi her hafta yeni bir model piyasaya sürüyor. Ufak değişiklerle arabalar, her sene “yenileniyor”. Farklı kesimlere hitap etse de, tüm mağazalar benzer desenleri, benzer kumaşları kullanarak, her sezon bir “farklılık” yaratıyor. Bizler ise, kendimizi tatmin ettiğimizi düşünerek; daha fazla, daha fazla satın alıyoruz. Eskimemiş cep telefonumuzu değiştiriyor, daha lüks arabalara yöneliyor, ihtiyaç duymadığımız belki de onuncu kazağımızı alıyoruz. Satıcılar indirimler ve kampanyalarla gözümüzü boyarken, biz bir kez daha gerekenden çok daha fazlasını eve götürüyoruz.
Evet, yönetiliyoruz. Daha fazla satın alırsak, daha mutlu olacağımız yalanıyla kandırılıyoruz. Her gün eve yeni şeyler getirerek, daha iyi bir yaşantıya sahip olacağımıza inandırılıyoruz. İplerimizi ellerinde tutan bu dev şirketler yüzünden, her geçen gün daha fazla tüketiyor, onlar tarafından da tüketiliyoruz ve artık kuklalar haline gelmiş durumdayız.
Çaresiziz. Bize yukarıdan verilen “emirleri” uyguluyor, sorgulamıyoruz. Moda olana uyuyor, yaratılan zevklerin peşinden gidiyoruz. Kontrol bizde değil; duramıyoruz. Kendimizi çok özel ve güzel hissettiğimiz bu tüketim krallığında, aristokratlar olduğumuzu zannediyoruz. Gerçek ise bundan çok farklı: Tüketim krallığının köleleriyiz biz; en tepedeki kral tarafından yönetilen ve yönlendirilen. Ne istediğimiz hiç önemli değil; kralın dediklerini harfiyen uyguladıktan sonra, sorun yok.
Özel miyiz? Hayır. Sadece sistemi yürüten önemli bir parçayız o kadar. Ve insanları kim olduklarıyla değil de, sahip olduklarıyla yargılamaya devam edersek, asla özel olamayacağız. Biz sadece kuklalarız; baştan aşağı giydirilen, evleri düzenlenen ve hareketleri belirlenen…
(dibebirnot: yine Türkçe dersi için yazılmış bir yazı. Being John Malkovich filmindeki kukla sahnesini izledikten sonra ordan esinlenerek bi yazı yazmamızı istemişlerdi, bu da benim "kukla yazım". Buldum çıkardım gene bi yerlerden, öyle oldu..)
03 / 05 / 2009
Tabi ki arkadaşlarımı ve annemi nezih davranışlarından ötürü saygıyla tenzih ederim. Onlar ki şirin mi şirin, uyumlu insanlar. Ne vapur tarifelerinin küstahlığı var üzerlerinde ne de dersanenin vurdumduymazlığı.. Adeta bir havuç kadar alçakgönüllü, en az bir pikap kadar eğlenceliler onlar.
Otobüste tesadüfen karşıma oturmuş polisten çekindiğim kadar çekinmeliyim demek ki dersaneden.. Yada yanımda oturup yediği çubuk krakerden vermeyen kızdan soğuduğum gibi soğuyorum sizden dersane. Ve aramızdaki bu laubali münasebeti sona erdiriyorum. Haziran başından itibaren ölseniz umrumda olmayacak.
Şimdi size gelelim sayın vapur saati düzenler şahıs.. Esasen sayın olmamakla birlikte son derece de döneksiniz bunu bilmenizi isterim. Hangi kişilik haftasonu mütemadiyen bir eğlence mekanına dönüşen adalara giden vapurları azaltır ki? Olsa olsa sizin gibi kişiliksiz ve mantık çerçevesi dahilinde düşünceler üretmekten yoksun bir homosapiens, zira size insan demeyi şiddetle protesto ediyorum. Benim gözümde bir küf mantarı hatta bir kaldırım taşı hatta yere atılmış bir izmarit çöpünden farkınız kalmadı bilesininz. Sizin gibi insanlar oldukça bu ülkenin kalkınma olasılığı çamaşırların kendi kendilerini yıkama ihtimallerinden bile daha düşük olacaktır.
Bunun yanısıra son derece anlayışlı arkadaşlarım olduğu için kendileriyle gurur duyduğumu, benim için en az beni evime götüren otobüsler kadar vazgeçilmez ve elzem olduklarını bilmelerini isterim. Ayrıca bana sağladığı bütün katkılarından ötürü anneme teşekkürlerimi sunmak isterim. Onlar olmasalardı bugün ben olmazdım. Farklı, garip bir şey olurdu. Beni ben yapan bütün detaylara, okurlara ve yakınlarıma teşekkürü borç bilirim. Hepinizi çok seviyorum. Ben bisiklete binememiştim hatırlarsanız ama şimdi eve gidicem daha sonra bisikletçi arayacağım ki bisikletimi tamir için oraya götüreceğim ve dünya daha adil, daha güzel bir yer olacak.
Hem daha 2. geleneksel hipi şenlikleri, çikolata şelalesi etkinliği ve benimo şöleni var. Ne demişler deliye hergün bayram..
saygılar
not: zaten kötü bir gün olacağını anlamıştım zira günün başında tırnağım kırılmıştyı.
not2: bilemeyen okur için gitar tırnağı var bende tiki tınağı diyil
not3:zaten mantık hatalarını geçtim gramer hatamı da geçiyim sinir anında yazdıydım bunu.
29 Nisan 2009 Çarşamba
Üşenmeyenine öyle bir şeyler...
Bir kaç hafta önce başka bir alışkanlık sayesinde yendim bunu. Yatağıma yatınca, televizyonu açmadan odamın balkonunun bana sağladığı mükemmel açı ile gökyüzüne bakıyorum.Günümü tartıyorum,ilişkilerimi gözden geçiriyorum, hayatımdaki eksiklikleri ve düzensizlikleri sorguluyorum... Sonra da sızıp kalıyorum işte. Dün gökyüzüne bakarken Mazlum'un suratı geldi gözlerimin önüne.
İlkokuldaki sıra arkadaşım Oğuzhan'a benziyor.. 3. sınıfta özel okuldan devlet okuluna geçince bir hayli problemler yaşamıştım.. Doğrusu öbürleri benle sorunluydular, " burası özel okula benzemez " diye günde 10 defa ayar yiyordum.. Hatta sınıf öğretmenimiz bir defasında da aynı şekilde uyarmıştı beni, ne yaptığımı hatırlamıyorum.. İsmi Bahit'ti.
Bahit hocayı sever miydim, sevmiyordum sanırım. Sevilebilecek de bir adam değildi, " anlamadığınız var mı " diye sorardı, 40 kişinin 38'i anlamadıysa 1 tanesi " ee şey şunu" derse " NESİNİ ANLAMADIN ANLATTIK YA O KADAR" cevabını alırdı. Döverdi falan filan.. Gerçi 2 sene girdi derslerimize. Ama aklımdan çıkmayan iki anım var.
4. sınıftaydım. Erken bitirdiği bir ders, hatırladığım kadarı ile son dersti.. Masama yansıyan güneşin üstünde gölge oyunu oynuyordum kendi kendime, hayvanları konuşturuyordum.
Birden masama yansıyan güneş pat diye kesildi. Kafamı kaldırdığımda o adamı gördüm, kızgın bir suratla bana bakıyordu.
"PİS FAŞİST, BEN SENİN NE YAPTIĞINI BİLMEZ MİYİM, OKULDASIN BE, NASIL YAPABİLİRSİN BUNU, NASIL BİR ÜLKE OLDU BURASI" diye bağırmıştı. Kelimelerin bazıları bulanık olsa da buna yakındı. Ne vardı ki ? Ellerimle kurtları konuşturuyordum, bu ne gibi bir suç temsil edebilirdi, o adam neden bağırmıştı ki bana ? Bir anlam veremediğim bir konuşması daha vardı. Haftada en az bir dersinin bir kısmına sıkıştırırdı : " O adam, Kenan Evren.. Pislik herif. Bir gece sokağa çıktı, herkesi uyandırdı ve Türkiye bir daha eskisi gibi olmadı "..
Naapmış ? Deli miymiş o ? Bağırıp çağırmış mı ? Derdi neymiş ki... 4. sınıftaydım.
Şu an 10. sınıftayım, 1 buçuk senedir Bostancı'da ikamet ediyorum.
Orhan Yılmazkaya'nın derdi neydi ? İnternetten dinlediğim telsiz görüşmesi gerçek olabilir mi ? Mazlum'u da o mu öldürdü, isteyerek mi yaptı ? Yoksa daha başka, daha güvenilir insanlar mı..
Son zamanlarda beni paranoya kabusuna boğan bu gerçekleri kabullenmek çok zor geliyor artık.
Başımıza gelenlerin, her sene 5. ayın 1. günü olan olayların, önümüze sunulması, içimize işletilmesi, beynimize kazınması.. Acaba suçlu olan kim ? Kendi kendimize mi bölündük ? Yoksa bizi böldüler mi ? Bölünmemize çare arayanlar bölmüş olamazlar değil mi ? Büyük fotoğraf gözümün önünde şekillendikçe kaçıyorum, hayır, bu doğru olamaz.
Peki ya doğruysa? Lanet olası bir silahı yaşıtımın kafasına nişan alıp tetiği çeken adamın derdi ne ? O kayıt doğru ise, söylediği her şeyi gerçekten o söylediyse, onunla aynı yolda yürüdüğümü bilerek, aynı düşünceleri paylaşarak yaşadığımı nasıl kabullenebilirim ? Masumları nasıl öldürebilirim ? Öldürmeli miyim ? Öldürdü mü ? Yoksa öldürmedi mi ?
Kusura bakmayın rahatsız ettiğim için.. Ateşiniz var mıydı acaba ?
27 Nisan 2009 Pazartesi
Bostancı-Hollywood
http://www.internethaber.com/photo_news.php?id=813
Haberleri görmüşsünüzdür.Bostancı'da evimden yürüyerek 5 dakika uzaklıkta bir apartmanda tek bir teröristin yarattığı yıkım belli.
8 yaralı,2 ölü.
Ölenlerden biri komiser ötekisi ise tek suçu oradan geçmek olan 16 yaşında benden zerre farkı olmayan gencecik bir çocuk.
İnsanın bu derece yakınlarında böyle şeyler olunca,hayatta olmasının tek sebebinin oradan geçmemesi olduğunu fark edince inanası gelmiyor.
İnanasım gelmiyor çünkü yanıbaşımda Hollywood filmlerinden çıkma çatışmalar yaşanıyor,bombalar atılıyor,insanlar vuruluyor.
Yanıbaşımda polisin beceriksizliği yüzünden gencecik bir çocuk ölüyor.
Yanıbaşımda insanlar saatlerce evlerinde yere yatıp çatışmanın bitmesini bekliyor.
Teröriste diyeceğim birşey yok zaten de,diğerleri:
Alanı adam gibi güvenlik kordonuna alamayan,beş saatte(mecaz yok) bir adamın bulunduğu apartmana giremeyen,çatışmanın göbeğinden sivilleri ayıramayan polise yazıklar olsun.
Polisin ihmali yüzünden ölen bir insan hakkında " gençi merakı öldürdü", yazan yandaş medyaya,
Reyting almak için çalışanlarını namlu önüne atan medya patronlarına yazıklar olsun.
Ateş açılan evin karşısında dikilenlere,çatışmanın göbeğine dalanlara,dürbünle ölüm izleyenlere,hala 1 mayısta ne olacak derdine düşenlere yazıklar olsun.
İstanbul'un en huzurlu semtlerinden birine Hollywood aksiyon kuşağı yaşatan memleketime yazıklar olsun.
ROUND 2

Evet sevgili blog ahalisi, Mahavishnu ile başlayan, gençliğimizi heba eden en korkunç "şeyler" düellosunun 2. round'una hoş geldiniz... bu haftaki rakiplerimiz, hepinizin tanıdığı, yıllar boyunca akıllarınızdan çıkartmak için uzun zaman harcadığınız, "saygı"değer Semra Hanım, ve benzer dönemlede boy göstermiş Bayhan. Meydan sizin...


26 Nisan 2009 Pazar
Bisürü Şey
Öncelikle, blog kurulduğundan beri diş macununu nerden sıkarsınız anketi orda ve durmaya da devam edicek sanırım, birinin buna dur demesi lazı (ben diyorum) yetkililerinde bu dur diyen arkadaşı (mesela ben) takmaları ve onu ordan kaldırmaları lazım
Sonracııma {Sonra cuma bugün perşembe (beni seven burdan sonra okumaya devam eder)} Ciguli, kesinlikle yok edilmesi gereken birisi değildir aksine o sempatik tavrı o fıkır fıkır besteleriyle genç yaşlı herkesin sevgilisi olmuştur (mecaz...)
Bir başka önemli mevzuat, bu bılogda toplum baskısı söz konusu. Bakınız batikon arkadaşımızın yazılarına. Son yazısı bitılzı sevdiğiyle ilgili, ondan önceki yazısıda bitılzı sevmediğiyle. Bu fikir değişikliği nerden geliyo sorusunun cevabını aradım ve buldum. Bakınız yazıların sağ altında görülmicek renkte ve puntoda yorumlar var. "O" yorumları okuyunca zavallı batikonun fikir değişikliğinin sebebi açık ve net bir şekilde anlaşılıyor. "O" yorumlarda tacizi aşan tecavüz halini almış ağır eleştiriler var ve ÇOOK uzunlar. Yazarlarımıza böyle şeyler yapılmamalı onlar taciz ve (veya) tecavüz edilmemeli (Osman Tanburacı bey efendiye saygılar zamanında onada tecavüz girişiminde bulunmuştu birileri...)
Ve son olarakda...
Yok bişey...
Güle Güle
Görüşmek üzere
Saygılar, Sevgiler
AAAAAA bi dakka bana daha ciddi bi ortamda Osmancık Turuncusu'nun tam olarak ne olduğunu açıklamanızı istiyorum...
%...
252 gün içerisinde yazılan 100 yazıya göre:
Blog hisselerinin %33'üne sahip olan Angie 7 günde bir(aferim ona),
Fermium 12 günde bir,
Mahavishnu 12.6 günde bir,
Jude ve Kolombus 31 günde bir(şeym on yu !),
Bir küçücük osmancık 42 günde bir,
Batticon ise 63 günde bir yazı yazmış.
blog genelinde ortalama 2.5 günde bir yeni yazı girilmiş,
toplam 2 oylama yapılmış,
toplam az radyo yayını yapılmış(çok az)(PUH ! size.),
blog dahilinde sayısız toplantı gerçekleştirilmiştir.
Yıl 20**
kadıköy-biryer dolmuşuna binen herhangi bir güzide OSDM yazarı, yanlarındaki 2 genç bayanın şu diyoloğuna kulak misarifi olurlar:
-geçen hafta mahavishnu'nun yazdığı yazıyı gördün mü ? nasıl rezil etmiş adamları ya..
-sen onu geçte angie'nin verdiği cevaba gel... sağlam yapıştırmış lafı.
-dimi ? öyle sahiden... bu hafta OSDM FM'e iptal diyolar ?
-yok ya... Jude'un işi varmış, fermium sunucakmış, özel bişeyler yapıcaklar diye duyduk.
-....
-......
(uzaar gider)
masa
ehem. en büyün fantezim budur. veya hatta:
yıl 20**; OSDM adına verilen büyük bir davette, küçük ama yüksek kokteyl masası başında bir OSDM yazarımızın yanına yanaşan birisi;
-pardon, Jude sizsiniz değil mi ?
-a evet. merhaba.
-aa merhaba. çok menun oldum. ailecek okuyoruz (jude çok yazıyor ya...)
-...
-...
istikrarlı adımlarla ilerliyoruz (H)
20 Yıl sonra:
İyi günler Dünya.
Burası 674. ile 589. dalga arasında yayın yapan OSDM Fm.
Yeni Lideriniz konuşuyor.
Lütfen bütün askeri gücünüzü en yakındaki OSDM kışlalarına teslim ediniz.Herhangi bir direniş uyarı yapılmaksızın yok edilecektir.
İş birliğiniz için teşekkürler.
Ehm..Şaka lan şaka dünya.37 yaşına gelip hala bi bok olamadım.Burası da Flatcast zaten.Dinleyiciler de 3 kişi.Neyse ben Bidılz çalıyorum hacı.
hehe
efendim en başta sevigli angie mizin blogun en birinci temel taşı olduğunu söylemek gerek. sonralıkla da ehem öhöm beni bu ödüle layık gördüğü için bütün oyuncu arkadaşlarıma ve jüri yok yanlış konuşma..
şimdi ilk başta bu blog fikri hiç kafama yatmamıştı. hatta "aaaAAaa yazarlık mıııaa yapapmam ki ben ı-ıh olmaz kiiieaaa" diyerekten karşı çıkmıştım.
sonracığıma zorlan da olsa fermium olarak kaydım alındı ve başladım gözlemci olarak bişey yazmamaya sadece yorum yaptım taki o gün o kedileri görene kadar benim açımdan kedilerin en bi faideli olduğu gündü. hani otobüste giderken hiç beklemediğiniz çok rastlamadığınız bi şarkıçalmaya başlar da damarlarda sanki kaynar su geziyomuş gibi olur ürperir insan biraz onun gibi. o esnada bunların resmini çizip bloga koyabilsem ah ah ah dedim fakat bu işte mahavishnu kadar usta olmadığımdan yaratıkların kedi oldukları bile zor anlaşılacaktı olsundu. nolursa olsun show must go on denmeliydi hatta benim için show must begin di olaylar. neyse başladım işte böyle.
hani abla abi kardeşi aslında hiç istemez ilk başta çamdan atmayı camiye bırakmayı düşünür ama bebeği ellerine aldıklarında iyice bi ebebeynlik basar ya onun gibi OSDM ve aramdaki bağ..
yavrum..
yani diyorum ki long live OSDM! 100. yazın kutlu olsun.
FACT!
Bu çarpıcı bilgiler ortalığı sarsacak nitelikte.
Bu bilgiler 100 yazıdır söylenmemiş şeyleri günışığına çıkaracak nitelikte.
Geliyor sevgili OSDM insanları...
İstatistikler geliyor.
FACT!!
Yazıların:
%21'i Fermium
%20'si Mahavishnu
%8'i Jude
%8'i Kolombus
%6'sı bir küçücük osmancık
%4'ü de Batticon
tarafından yazılmış.
Mahavishnu'yu burun farkıyla geçen Fermium'u tebrik ediyor, blog'un ilk üyelerinden Jude ve Kolombus'u sadece 8 yazı yazdıkları için kınıyoruz.
(Diğerlerine hiç değinmiyorum zaten!!)
Daha nice 100. yazıla... Ahh! Noliy?! Anaaam! Antiklişe timiymiş...
23 Nisan 2009 Perşembe
Eleanor Ribgy Part I
Eleanor Rigby
Şu yalnız insanlara bak diye düşündü Father McKenzie.Cenazeden
birbirinen uzakta ve sessiz ayrılanlara bakarken.
Sonra kendi yalnızlığını düşündü yamanmış çoraplarına bakıp...
Ömür boyunca hayallere tutunup öylece yaşamayı,
Cenazesine kimsenin gelmediği şu garip kızı düşündü.
Gözlerinden iki damla yaş süzüldü, Silah patladı.
“cenaze...kız...kız güzel gülüyor...Hayatında ilk kez yalnız olmadığını hissediyor...Kız uzaklaşıyor tut.tutmalı bir jilet rüyayı ikiye bölüyor...İskoçya...ortada kocaman bir ova..kız orada...orası en sevdiği yer hiç gitmediği..kız yok oluyor kalk..”
Gözlerini açtığında morgda buldu kendini...
kafası yerindeydi.
neler olduğunu anlayamıyordu.
Tek istediği, Orası ve oydu.Neden bilmiyordu hayatında ilk kez sorulara cevap alabileceğini
düşündü.Rüyasındaki kız hani şu cenazesine kimse gelmeyen ve intahar eden.Oydu rüyadaki.Belki
orada olacaktı, belki...
Bu sırada başka bir hastanenin başka ancak aynı soğukluktaki morgunda bir kadın uyandı bilekleri jilet
izli...
Ayağındaki etikete baktı. Rigby Eleanor yaş:28 Ölüm sebebi: intahar
sonra rüyasındaki o ovayı hatırladı...
hiç gitmediği hep olmak istediği yer orasıydı sanki
ve hiç tanımadığı ama bir yerlerde hep özlediği adam...
Belki sorulara cevap vermesi için bu sefer düşünmemesi sadece yapması gerekirdi.
Babasının sözlerini hatırladı: Yol yaşamdır,varmak ise ölümdür.
Güldü, ayağındaki etiketi çıkardı. Ölü insanlar nereden geldiler diye düşündü iki yabancı,
iki ölü... yeni ve daha çarpıcı bir soru yolculuklarına başlattı ikisini:
ya yalnız insanlar?
Onlar nereden geldiler?
Bu blogdaki insanların Beatles aşkı aşikar.Birçok şarkılarını biliyoruz.Batticon'un yazısının üzerine yapmam
gereken şeyi yapıyorum hem :).
Biryerlerde demiştim.Beatles bana yazmayı beceremediğim hikayelerimi anlatıyor diye,öyle.Ben yeni bir
geleneği başlatabilirim umarım.Gerçi yazım edebi açıdan çok kaliteli olmadı ama kimin umurunda.Ben
sadece elinizi tutmak,size hikayeler anlatmak istiyorum John ve Paul'un tanıdık sesleri ile.
Bu gün ilk hikayemin ilk bölümünü anlattım işte.Part II ne zaman gelir söz veremiyorum,bir süre
(ama az:)
buralarda olamayacağım sanırım ; ancak eminim ki
dostlarım da kendi hikayelerini anlatma şansını geri tepmeyeceklerdir.
İyi eğlenceler...