29 Haziran 2009 Pazartesi
22 Haziran 2009 Pazartesi
20 Haziran 2009 Cumartesi
Kurgu 1

Ekim 2084/Edinburgh
Sigarasından derin bir nefes alıp geri kalan yarısını yere attı,botlarıyla ezip söndürdü.Havada inanılmaz bir nem ve ter kokusu hakimdi,kusmak istiyordu.
Az ileride arabanın içinde duran iki adamına baktı.Yeni temizlikçiler bunlar olmalıydı.
Tanrım...kaç yaşındaydı ki bu çocuklar?
"En fazla on dört on beş" diye düşündü.
Ellerinde silahları şen şakrak işlerini yapmayı bekliyorlardı.
Cama yaklaşıp tıklattı.Gençler tehditkar bir ifade ile camı tıklatana dönseler de kim olduğunu görünce arabadan çıkıp saygıyla selam verdiler:
-Bay Caine.William Caine değil mi? Özür dileriz efendim başkası sandık.
Çocuklara direktiflerini verip temizlikçi kıyafetlerini giymeleri için izin verdi.Bu arada kendisi de aracının arkasından torbaları çıkardı.Bunlar,büyük,siyah ve kesinlikle tekinsiz görülen torbalardı.
Torbaları dışarı yığmış,hazırlıklarını yapmışlardı.Kolay bir iş olacaktı.William'ın sevmediği türden yani.Ne zaman biri yaşamak için mücadele etmese,suçluluk duyardı yaptığından.
Etrafına baktı.Savaştan beri pek gelişmemiş,yıkıntılardan bozma bir kenarmahalleydi gördüğü.Şaşırtıcı değildi sonuçta.Adanın,Dünyanın her yeri bu haldeydi neredeyse.O'na ilginç gelen ise,genelin aksine toplu değil de tek bir temizlik yapacak olması idi bu akşam.
Düşünmedi,düşünmezdi pek.Bu "Cesur Yeni Dünya"da hayatta kalmasının tek yoluydu düşünmemek ve bir piyon olmak,işe yaramak... Kravatını düzeltti,ceketini ilikledi ve işaret verdi:
-İçeri giriyoruz.
DEVAM EDECEK,EDİYOR...
Hikayenin devamını www.barioo.blogspot.com adresinde bulabilirsiniz. Oha çok pis müşteri çaldım.Ama kızmayın,millet kaçırmasın diye buraya koydum.
19 Haziran 2009 Cuma
Metro News One
Eh madem Fermium böyle mazaretlerimizi saydı, ben de bir iki bişey söyliyim de ondan sonra yazmadı demesin sevgili okurcanlarımız.
Şimdi efendim bir Topluma Hizmet Projesi için Merzifon'a gideceğim yarın 21.00 sularında, o yüzden 29 Haziran'a kadar internetten ve dolayısıyla blog'dan uzak olacağım. Onun dışında finallerim yeni bitti, yeni soluklandım, o yüzden şimdilik benden pek de birşey beklemeyin:)
Şimdi gelelim önemli mevzulara:
Mahavishnu goes solo.
Mahavishnu yıllar önce başladığı, ama sürekli ara verdiği ve bayadır yazmadığı Dream Country adlı blog'una geri dönmüş. Linkini sağ taraftaki Diğerleri kısmında bulabilirsiniz!
Çılgın Bediş vs. MysteryMan
Bir süredir OSDM'de devam eden, çocukluk travmalarımızın dövüştürüldüğü türlü round'ları takip ediyorsunuz diye düşünmekteyim. Artık Part One'ın sonuna gelmiş durumdayız ve kazananları kura sonucu belirleyerek diğer kazananlarla dövüştürücez. Ama bunun için son bir round yapalım diye düşündük, ben de daha önce hiç dövüş yaptırmadığım için tam karar veremedim kimler olsun. Yine de aklıma Çılgın Bediş geldi bi kere.
O yüzden sorarım sana blog ahalisi:
Çılgın Bediş'in karşısına hangi güçlü ve travmatik karakteri çıkartalım?
Önerilerinizi yorum kısmından takip edicem, en mantıklı (evet doğru ya bizim aylardır yaptığımız round'lar hep mantık çerçevesinde gerçekleşti) tercih hangisiyse onu blog'a taşıycam.
Şimdiden öpüldünüz okurcanlar, bir hafta sonra görüşmek üzere!!
bölüm 5
the mazeretler...
mahavishnu's side: ben kafa iznimi kullanıcam artık biraz entel adam olucam eski bloguma beklerim herkesleri
angie's side: yeaaaa banane yeeaa ben gidicem çocuklara bişeyler göstericem işim var bidi bidi bıkbık..
kolombus's side: elimize geçen bilgilere göre kolombus internetcafehakemliğine başladı. haftada bilmemkaçlira para alan arkadaşımız aa gelsene hadilerimize red cevabı verir oldu. yazsa keşke film milm bişey bişeyi yaz hakemlik yaparken günlük tut onu yaz diyip evine gönderiyoruz kendisini
jude's side: hmm ahh bacaklar.. gulp* tamam teyze geliyorum ooof of (anlayan anladı ehuehu)
osmancık's side: beeeeeeeeeaaaaa saçlarım uzun benim ööö
batticon's side: msn cik insanda en son hamburg yolcusu kalmasın gibi bişey yazıyodu yolcu da olabilir dalga geçiyo da olabilir..
beni sorarsanız okurcan ajandama bakmam lazım bi günüm boş kaldı o da haftaya cumartesi pazar onda da bavul hazırlıycam.
temmuz başında görüşürüz falan
eskiden zinde olurdum şimdi enerjim kalmadı. sündürüldük ey halkım unutma bizi (we love cemdinlenmiş)
saygılar sevgiler..
not: patates ne harika şey
mahavishnu's side: ben kafa iznimi kullanıcam artık biraz entel adam olucam eski bloguma beklerim herkesleri
angie's side: yeaaaa banane yeeaa ben gidicem çocuklara bişeyler göstericem işim var bidi bidi bıkbık..
kolombus's side: elimize geçen bilgilere göre kolombus internetcafehakemliğine başladı. haftada bilmemkaçlira para alan arkadaşımız aa gelsene hadilerimize red cevabı verir oldu. yazsa keşke film milm bişey bişeyi yaz hakemlik yaparken günlük tut onu yaz diyip evine gönderiyoruz kendisini
jude's side: hmm ahh bacaklar.. gulp* tamam teyze geliyorum ooof of (anlayan anladı ehuehu)
osmancık's side: beeeeeeeeeaaaaa saçlarım uzun benim ööö
batticon's side: msn cik insanda en son hamburg yolcusu kalmasın gibi bişey yazıyodu yolcu da olabilir dalga geçiyo da olabilir..
beni sorarsanız okurcan ajandama bakmam lazım bi günüm boş kaldı o da haftaya cumartesi pazar onda da bavul hazırlıycam.
temmuz başında görüşürüz falan
eskiden zinde olurdum şimdi enerjim kalmadı. sündürüldük ey halkım unutma bizi (we love cemdinlenmiş)
saygılar sevgiler..
not: patates ne harika şey
9 Haziran 2009 Salı
aergkhlj..
-şu çiçeğin adını bulana benden bi dondurma!
- kitaplığımın en üst raflarında kutsal kitap olarak Yüzüklerin Efendisi üçlemesini bulunduran insan bitanesin sen!
- şu şampuan, cif gibi sabunsal hedelerin kapaklarının yanında kuruyup tortulaşan kalıntılar görünce içim bir fena oluyor, başım dönüyor, midem kalkıyor, hop oturup hop kalkıyorum ne desem bilemiyorum.
- geçen gün otobüste gidiyordum. körüklü tabiiki. e körüklü olunca tabi ki körükte duruyorum gitmiyorum. Geçen gün bir teyze geldi yavaş yavaş geldi, durdu yanımda, onun yanına başka bir teyze derken bi başka teyze daha tabi yer vereyim diye kaydıkça kayıyorum. derken şöför demez mi arkaya ilerleyelim diye bibaktım teyzeler beni yola sürüklemişler, arkamdakiler "bi gitse de ilerlesek artık" bakışları atıyolar bana hemen tee arkakapıya koştum. acıbadem civarındaydım angie'yi andım. ama teyzelere çok kalbim kırıldı. ayakları şişesiceler, sesi büzüşeciseler. ucuzluktan terlik bulamayasıcalar.
-kirazın gelmesi demek çok mutlu olmak demek okurcan. kiraz mevsiminde küsler barışır, çöpler değişir. dünya güzel bi yer olur. herkes küçüklüğünü hatırlar. 8 yaş altı kızlar kirazdan küpe yaparlar 48 dakika boyunca onlarla dolandıktan sonra anneleri kızar ve kirazlar yenir.
- sen hiç yumurtayı kucağına alıp bi gün boyunca bekledin mi, ben bekledim. evet çünkü küçükken çok salaktım. halbüse al bi kuluçka makinesi, ne dert kalır ne tasa...
- nerede bir beyaz lacoste giyen var orası şenlikli, çünkü beyaz lacoste'lu hep güler, çok güzel dişleri olur. tombiktir o hafif.
- başkasının dinlediği müziğin melodisini duyabildiğinde bir led zeppelin dinlediğini bir queen dinlediğini anladığın an çok mutlu oluyosun bence. karşındakinin elini tutup hayatı boyunca çok başarılı olucağını, istediği herşeyi yapabiliceğini söylemek istiyorum. ama gülümsüyorum ya aslında diğer türlü yapmak lazım.
- ve evet sen eğer sen o unuttuğu bademi cebinde bulan insansan, çok mutlu olduğun çok bariz
- if you hear a crack by the time you step and if you turn and examine the wreckage to see if it was a snail, i think you have pink cheeks, and a marvellous heart
not: neden sonu ingilizce yazdım çünkü wreckage ve marvellous yazması çok keyifli..
8 Haziran 2009 Pazartesi
5 Haziran 2009 Cuma
through the roof..

"who could think of a better punishment. everything is the same just a little worse". gerçekten de aklıma daha iyi bir ceza gelmiyor. dikkat bu yazı yüksek miktarda spoiler içerir. izleyecekseniz okumayın.
"for those who haven't seen the movie yet i'll write another entry soon."
"for those who haven't seen the movie yet i'll write another entry soon."
gülümseyemeyen insanlar, yıldızların dahi olmadığı kapkara bir gökyüzü ve sadece o an önemsiz olduğunda yapabildiğiniz ufak mucizeler.. filmi eğlenceli kılan bi dolu şeyden bahsetmeden önce bu ufacık detaylar bile inceden inceye düşünülmüş. filmin başında tom waits in çatal sesiyle plaktan çalınan "dead and lovely" filmin atmosferini zaten en baştan belirliyo. ama zia'nın intihar etmeden önce hertarafı silip tam da ölüm anında hafifçe uçuşan bir toz yığını.. evet evet çok büyük bir hüsran. avusturyalı patron/ev arkadaşı ise zia'nın yeni soluk dünyasını daha da oraya uygun yapan insana bıkkınlık getiren bi adam. neredeyse barney ve ted'in tanışması tadında eugene'le tanışması. bütün ailesinin burada olması. akabinde eski sevgilisinin de intihar ettiğini öğrendiğinde suratında bir mimik oluşamaması gülümseyememesi. koltuğunun altında karadelik olan ve farları yıllardır çalışmayan bir arabayla gogol bordellosal şarkılar eşliğinde dolaşan eugene ve zia enteresan bi otostopçuya rastlarlar. arabanın karadeliğinde kaybolan gözlükler eşliğinde bi yolculuktan sonra mikal kızıp gider. ama olsundur gene rastlaşırlar desiree'nin izini sürmeye devam ederlerken farlar çalışır ve yolda yatan kneller'ın kampına giderler. garip garip insanlarla tanışırlar. kneller'in köpeğini bulmak için çıktıkları yolculukta zia ve mikal deniz bulurlar(ehehaha). köpek yüzünden bi salakla muhattap olurken zia desiree'yi görür.. anlaşılan o ki desiree kafayı sıyırmıştır. zia bu aptal kızı ararken aslında mikal'ın ne kadar hoş biri olduğu şimşekleri çakar. ama bahsi geçen salak adam intihar edip helecanla beklediğimiz kneller(tom waits) in gelmesine sebebiyet verir. kamp dağılır bilmemne..
miğnvayıl mikal sürekli aradığı yöneticilerle konuşup dünyaya dönmüştür.. sabah zia eugene'in arabasını kullanırken karadelikten süzülür ve hastane'de uyanır. yanında mikal. film boyunca ilk defa karşılaştığımız o güzel bir çift sırıtış.. olması gerektiği gibi bitemeyen güzel bir masal
tam türkçe bi adı olamayan bir film wristcutters (bilekkesenleri saymıyorum). elimizde gerçekten kaliteli bir film var. hemde 88 dakika çok sıkmadan tadında bırakıyor filmi. mesela tideland, 2001 space odyssey filmlerinde insanın gözü ister istemez saate kayar "off ne zaman biticek bu" replikleri kaçınılmazdır. başından beri gülümseten küçük detaylar. trajikomik bir hikaye. etkileyici ve inandırıcı ortamlar. öyle ki göründüğünde terkedilmiş olduğunu saniyesinde anlayabiliceğiniz çölümsü yollar.. vesaire. hem zaten film oyuncularıyla ilgimi kazanmış durumdayken bir de yemek yiyip, bira içmeye, hele bi de çişe gitmiyolar mı... yerim ben onları..
eugene'i oynayan shea whigham'ın oyunculuğu lokum gibi. kendisinin bir rus olmadığını hatta floridalı olduğunu biliyormuydunuz.. ve baklava kıvamlı oyunculuğundan ötürü mikal olan shannyn sossamon'u ayrıca tebriklere boğuyorum. nihayet tom waits. sempatik tavırlarıyla ve mütişsonik sesiyle konuşurken salyalar saça saça dinlemesi bana düştü. nedense zia biraz silik geldi bana.. daha çok diğerlerinin hikayesi anlatılıyomuşçasına silik. belki de sürekli iyi oyunculukların altında ezilmesi olabilir bu. zaten film ana olarak "Kneller's Happy Campers" hikayesine dayandırılmış olay oralardan yola çıkılmış bir senaryo adına gerçekten güzel. bmd notu 10 üstünden 8
1- zia silik daha önce dediğim gibin
2- soluktu renkler hııhıııı ama mikalın üstündeki o kazak çok güzel kırmızı ben öyle şemsiye istiyorum..
en kısa zamanda görüşcez benden kaçamazsınız
30 Mayıs 2009 Cumartesi
The Ortadan Sıkılanlar (white album)
eveet bu çekirge dinlemesinde white album yaptıııık.
15 tane dinlenilesi şarkı. söyleyeni veya şarkı adında mutlaka white geçeninden..
esen kalın..
1- In The Cold Cold Night - White Stripes
2- White Rose - Nick Cave & Kylie Minogue
3- White Queen - Queen
4- I Just Died In Your Arms Tonight - Whitesnake
5- White Rabbit - Jefferson Airplane
6- White Summer - Led Zeppelin
7- Let The Music Play - Barry White
8- Black Sunshine - White Zombie
9- White Chalk - PJ Harvey
10- Wait - White Lion
11- Nothing Is For Ever - White Lies
12- White Ladder - David Gray
13- White Room - Cream
14- Person To Person - Avaredge White Band
15- White Unicorn - Wolfmother
15 tane dinlenilesi şarkı. söyleyeni veya şarkı adında mutlaka white geçeninden..
esen kalın..
1- In The Cold Cold Night - White Stripes
2- White Rose - Nick Cave & Kylie Minogue
3- White Queen - Queen
4- I Just Died In Your Arms Tonight - Whitesnake
5- White Rabbit - Jefferson Airplane
6- White Summer - Led Zeppelin
7- Let The Music Play - Barry White
8- Black Sunshine - White Zombie
9- White Chalk - PJ Harvey
10- Wait - White Lion
11- Nothing Is For Ever - White Lies
12- White Ladder - David Gray
13- White Room - Cream
14- Person To Person - Avaredge White Band
15- White Unicorn - Wolfmother
27 Mayıs 2009 Çarşamba
hangisi döver vol.3
efendim semranım'ın bayhan'ı 12'ye 3 ezici bir üstünükle geçtiğine tanık olurken
yeni hangisi döveri sunmaktan büyük bir kıvanç duymaktayım..
başlayalım mı..
ehm... (eye of the tiger artarak gir..)
mavi köşede yılların anchorman'i efendim acı varmı acı repliğiyle şoka uğratan balıksuratlı REHA MUHTAR
kırmızı köşede ise bastonuyle s çizen ibret-i alem hikayeleri ve pis fırın denetlemeleriyle SAADETTİN TEKSOY
yeni hangisi döveri sunmaktan büyük bir kıvanç duymaktayım..
başlayalım mı..
ehm... (eye of the tiger artarak gir..)
mavi köşede yılların anchorman'i efendim acı varmı acı repliğiyle şoka uğratan balıksuratlı REHA MUHTAR
kırmızı köşede ise bastonuyle s çizen ibret-i alem hikayeleri ve pis fırın denetlemeleriyle SAADETTİN TEKSOY
--VERSUS--
I'm a loser
Öyle bir anda gelen düşünce:
Dans ede ede,keyiflene keyiflene I'm a loser söyleyebiliyor,ironiden keyif alabiliyorsanız siz hayatın özünü sıkıp lıkır lıkır içebilirsiniz.Güzel insansınız.Böyle yani bence .)
Dans ede ede,keyiflene keyiflene I'm a loser söyleyebiliyor,ironiden keyif alabiliyorsanız siz hayatın özünü sıkıp lıkır lıkır içebilirsiniz.Güzel insansınız.Böyle yani bence .)
23 Mayıs 2009 Cumartesi
Eski Huylar: Dinle Çekirge.
Baktım mantıklı bir yazı yazamıycam, okul beni fazlasıyla yordu (hepimizin kaderi aynı mı ne?), ben de dedim ki kendi kendime "Neden bi tane Dinle Çekirge koymuyosun?" İşte böyle sevgili okurcanlar.
Hadi bakalım, dinle çekirge:
Fake Plastic Trees-Radiohead
Ring Out The Bell-Travis
Don't Crash The Ambulance-Mark Knopfler
Copy In Black and White-Absynthe Minded
I Saw Her Standing There-The Beatles
Feels Like Fire-Santana&Dido
Hadi bakalım, dinle çekirge:
Fake Plastic Trees-Radiohead
Ring Out The Bell-Travis
Don't Crash The Ambulance-Mark Knopfler
Copy In Black and White-Absynthe Minded
I Saw Her Standing There-The Beatles
Feels Like Fire-Santana&Dido
18 Mayıs 2009 Pazartesi
ehe.
mahavishnu beni dövücek evet. zaten kısa kısa yazıp da ikinci olduktan sonra iyice bi kıllanan bu arkadaşımız 3 gün içinde 3 birbirinden boş şey yazdığımı görünce bayaa bi sinir olucak bana ziyanı yok 2 şey demek için burdayım:
1- http://www.fitifiti.tv
2-ey ahali.. okurcansın yazarsın farketmez
haftaiçi pazartesi 4 geri kalan günler 3 civarı moda'dan kadıköye yürüyorum.
o gün canınız sıkılmış, işiniz düşmüş olabilir
mesaj atın höhöhböböb diyin geliyim bi güldürüyim.
okullar kapanana kadar bu güzellik size müessesemizden hediye
bir adet fermiuma kahve dondurma alabilirsiniz beleşe yürütebilirsiniz, erik ikram edebilsiniz.. biletler biletix de...
1- http://www.fitifiti.tv
2-ey ahali.. okurcansın yazarsın farketmez
haftaiçi pazartesi 4 geri kalan günler 3 civarı moda'dan kadıköye yürüyorum.
o gün canınız sıkılmış, işiniz düşmüş olabilir
mesaj atın höhöhböböb diyin geliyim bi güldürüyim.
okullar kapanana kadar bu güzellik size müessesemizden hediye
bir adet fermiuma kahve dondurma alabilirsiniz beleşe yürütebilirsiniz, erik ikram edebilsiniz.. biletler biletix de...
17 Mayıs 2009 Pazar
varoluşçuluk. ve yaz duyuruları..
çok acayip oluyo be.. çok gaza geldim sınavlara çalışmak yerine oturdum bölüm yazıyorum..
ayrıca bazı şeylerde yaz tarifesine geçiyorum örneğin kıskançlık soğuk suyuma, dondurmama ve çileğime sulanan almaya çalışan olursa dinlemem.. artık istemiyosam toksam falan bi şansınız olabilir.
ayrıca bazı şeylerde yaz tarifesine geçiyorum örneğin kıskançlık soğuk suyuma, dondurmama ve çileğime sulanan almaya çalışan olursa dinlemem.. artık istemiyosam toksam falan bi şansınız olabilir.
16 Mayıs 2009 Cumartesi
yaz geldi.
evet efendim resmi olarak yaz geldi ben bile bütün gün tişört giydiysem sevgili yazarımız angie elbise giydiyse bunun sorumlusu yazdır. güneşte 3453 derece gölgede 2357 derece olmasıdır.
hatırlarsanız sevgili okur bahsetmiştik ki soğuğu severiz ama bi sor bakalım sıcağı sever miyiz. kendi adıma cevaplayacak olursam kışı ve soğuğu severim yazı da severim ama sıcak pis ve illettir. yemeğinizi yerken sizi rahatsız eden kara büyük bir sinektir sıcak..isterim ki hiç bu kadar sıcak olmasın. yani en azından bu iyi daha sıcaklamasın ama ne yazıktır ki daha aylardan mayıs.. küresel ısınma fena çarpıcak sayın sevgili okur adım adım tanık olacaksın buna.
not: jude sakallarını kes artık..
not: bak radyoda layla çaldılar keyfim yerine geldi mehe mehe
hatırlarsanız sevgili okur bahsetmiştik ki soğuğu severiz ama bi sor bakalım sıcağı sever miyiz. kendi adıma cevaplayacak olursam kışı ve soğuğu severim yazı da severim ama sıcak pis ve illettir. yemeğinizi yerken sizi rahatsız eden kara büyük bir sinektir sıcak..isterim ki hiç bu kadar sıcak olmasın. yani en azından bu iyi daha sıcaklamasın ama ne yazıktır ki daha aylardan mayıs.. küresel ısınma fena çarpıcak sayın sevgili okur adım adım tanık olacaksın buna.
not: jude sakallarını kes artık..
not: bak radyoda layla çaldılar keyfim yerine geldi mehe mehe
10 Mayıs 2009 Pazar
Being George Berger

Olduğu gibidir Berger. beyaz orta sınıf ahlakı tarafından boktan ve işe yaramaz ilan edilmiş bir serseridir ancak gözden kaçan şudur ki kendisi de aynı sınıftan gelmesine rağmen establishment ile barış yapmasını becerememiş, ona dahil olmaktan sadece tiksinmeyen aynı zamanda korkan naif bir ruhtur.
Bir hipster değildir Berger, çalıntı arabalara düz kontak yapmasını da bilmez, takım elbisesinin altından 45lik çıkarıp kendine eroin parası devşirmeyi de... ama çok güzel şarkı söyler, dans eder, hayal kurar. Aklına zincir vurmak için toplanmış seçkinlerin sofrasında topuklarını vurarak raks etmesi bundandır elbet. Dolaysızdır sonra. doğrudan ister ne isteyecekse, eliyle gösterir, tüm hücreleriyle nefret eder, benzersiz bir inatla "dışında kalır"! ama gülümsemesini ödünç alamazsınız.
Aklı firarda romantik bir siluettir Woodstock'ta, ağlamaklı bir San Fransisko şiir rönesansı gezgini, denver maliki, highway 61 müdavimidir. Berger "neden olmasın?" demenin en üst perdeden haykıranıdır.Berger "dışında kalmak" için edilen yeminlerin en matrak olanıdır.
Saçları vardır berger'ın. bu gece, 4 decade sonra, yana yakıla içilesi, artık unutulmuş metaforların adresi bir büyük kıl yumağı olan...
Ben yazmadım ,ama bulduğumda çok hoşuma gitti.Berger olmayı bir nebze anlattı işte.Hep söylerdik ya :)
3 Mayıs 2009 Pazar
Yerinden oynamayan bir kütle ile durdurulamaz bir güç çarpışırsa ne olur?
Ersin Karabulut
5 yıldır bisiklete binememiş bi' adam bisiklete binerse hemi de çok binerse ne olur?
Mahavishnu
Efendim çok pis olur.Şu an da baldırlarım ve afedersiniz ama kıçım deli ağrıyor.Hamlamışız işte.Ama bisiklete(pisiklet)binmeyi çok özlemişim.Bundan sonra caddebostanda bol bol popom tutulacak.
Üşendim yazmaya ama güzeldi işte.3 adaş Jude Ben ve gizemli çok kuul adam( =) ) bindik bayaa.Bissürü sandviç yedik,şarkı söyledik,itişip kakıştık,manzara seyrettik,müzik dinledik ve Heybeli Ada'yı 2 kez falan turladık.
Buradan gelmeyen kolombusa o anamızı ağlatan yokuşlar var ya sana girsin demek istiyorum affınıza sığınarak.Ayrıca Jude da öyle bir kondisyon var,sanırsın hayvan evladı o derece.Ayıp yani.
Hımbıl değilim ben,5 yıldır pisiklete binmemişim fark atıyosun bana...
Gelince editle burayı da.
SIS ! bide hımbıl değilim diyo... 5 senedir (çok af dile) k.çın sele görmemiş işte hımbılsın !
yola çıkarız, 2 metre sonra mahavishnu durur, "ay aman of çok yoruldum..."
dinleniriz.
tekrar yola çıkarız, 3 metre sonra arkama bakarım, mahavishnu yok, nerde ? uzaklarda bir nokta olarak gözüküyo, bisikleti eline almış, "ay.. aman.. of.. peh.." nidalarıyla geliyo... ben buna hımbıl derim ?
ayrıca evet, pekde bir güzeldi... bisikletten bu kadar haz almamıştım, süpersonik bi atmosfere süpersonik insanlarla böyle bisikletle gitmek çok acayip oluyormuş... "ada" kavramı süper bişey ki, insana istanbulda olduğunu unutturuyo, sanki çok uzaklaşmış hissettiriyo... öyle valla. bu arada evet, OGZ muhalefetiyle gel(e)memiş kolombusu esrefli esrefli kınamalarımı, ido muhalefetiyle gelememiş fermiumada tüh tüh vah vahlarımı yollarım burdan, bidaha mutalaka gitcez. çok güzel bişey bu, yapıcaz bidaha. WE GOTTA GO BACK TO THE ISLAND ! (5. sezon.. ehem.)
Tüketim Krallığı
Uyandınız. Daha iki ay önce değiştirdiğiniz cep telefonunuza uzanarak saate bakıyorsunuz. En sevdiğiniz pijamalarınızın içinde, en sevdiğiniz çarşaflardan sıyrılarak banyoya yöneliyorsunuz. Yüzünüze su çarpıyor, dişlerinizi fırçalıyor ve giyinmek üzere odaya geri dönüyorsunuz.
Şimdi ise gardırobun önündesiniz. Seçim yapması çok zor; geçen hafta aldığınız pantolonun üstüne şık bir kazak mı, yoksa en yeni kotunuz ve son indirimde bulduğunuz tişört mü? Annenizin yıllar önce ördüğü hırka, dolabın bir kenarında terk edilmiş halde beklerken önce kazağa daha sonra pantolona uzanıyorsunuz.
Ayakkabı seçimi yapması nispeten daha kolay; aynı modelin onlarca farklı rengi arasından kazağınıza en iyi uyacak ayakkabıyı seçiyorsunuz. Kapıdan çıkmak üzere anahtarlığınızı arıyorsunuz, o sırada gözünüz cüzdanınıza ilişiyor; içindeki paraları saydıktan sonra, son bir kez etrafa bakıyorsunuz. Ertesi gün plazma televizyonu takmak için eve servis geleceğini hatırlıyorsunuz boş duvarı görünce; keyfiniz yerine geliyor.
Garaja indiğinizde boşlukta yankılanan melodik bir sesle arabanızın kilidini açıyorsunuz. Deri ceketinizi arka koltuğa bırakırken hafif eskimiş olduğunuz düşünüyorsunuz, oysaki daha altı ay önce almıştınız. Kontağı çevirdiğinizde arabanızın motorlarından gelen gücün uğultusunu hissediyorsunuz. Konforunuz için özel olarak tasarlanmış sürücü koltuğuna kendinizi yerleştirirken, radyonun düğmesine basıyorsunuz. Çalan şarkı geride bıraktığınızın yaz aylarının en popüler şarkısı; tatildeyken sizin de bu şarkıda dans etmişliğiniz var. Şimdi ise sanki üzerinden on yıllar geçmiş gibi eski geliyor bu şarkı size; birkaç ay önce arkadaşlarınızla en sevdiğiniz şarkı iken, artık sıkıcı olduğunu düşünüp radyoyu kapatıyorsunuz. Garajdan çıkıp havuzların mavisinin bahçelerin yeşiliyle yarattığı yapay uyuma bir kez daha hayran kalıyor, bu şahane sitedeki evi almakla ne kadar iyi bir iş yapmış olduğunuzu kendinize hatırlatıyorsunuz. Öbür evinizin de güzel olduğunu düşünmüştünüz zamanında; ta ki özel garajı, özel güvenliği, özel spor salonunu, özel alışveriş merkezini, özel restoranı ve özel yüzme havuzlarını görene kadar.
Kahvaltı yapmadınız, ancak bu hiç sorun değil; en sevdiğiniz kahve zincirinin 13.500 şubesinden birine adım atıyorsunuz. Her zaman içtiğiniz kahvenin uzun ve gösterişli adını bir çırpıda telaffuz ettikten sonra, kelime oyunlarıyla yaratılan adlarının daha da cazip hale getirdiği keklerden birini gösteriyorsunuz kasadaki çalışana. Göz açıp kapayıncaya kadar, siparişiniz küçük bir tepside önünüze geliyor. Hesabınızı ödüyor ve sizin gibi evinde kahvaltı yapma zahmetine katlanmamış insanların arasından geçerek kendinize boş bir masa buluyorsunuz. Bir sandalyeye ceketinizi yerleştirdikten sonra, diğer sandalyeye oturuyorsunuz. Kaldırımın kenarına park ettiğiniz arabanıza ilişiyor gözünüz; önce jantları ve tekerlekleri süzüyor, daha sonra güneşte parlayan kapılara bakıyorsunuz ve özel olduğunuzu düşünüyorsunuz. Şık giysiler, şık arabalar, şık sitelerde şık evler; şık kafelerde, şık kahvaltı menüleri…
Özel olduğunuza inanıyorsunuz, ama aslında değilsiniz. Hiçbirimiz değiliz. Durduramadığınız satın alma arzumuzun, bizi ele geçirmiş olan tüketim furyasının kontrol ettiği bireyleriz. Küçüklüğümüzden bu yana devam eden etkileyici bir süreç sonucunda, tüm bu imkânları bize sunan şirketlerin ve bu şirketlerin başındaki insanların kölesi haline gelmiş durumdayız.
Eskiden oyuncakçılardan gözümüzü ayıramazdık. Bir bebeğimiz varsa ikincisini, yarıştırdığımız iki araba rekabet duygumuzu yeterince tatmin etmezse bir üçüncüsünü isterdik. Parlak ışıklarla aydınlatılmış büyük dükkânlarda, raflara dizilmiş binlerce oyuncak arasında kendimizi kaybederdik. Önem verdiğimiz şey oyuncaktı o zamanlar ve bizler de oyuncak sektörünün toy köleleri olarak, anne babamızı sömürürdük. Onların “hayır olmaz evde çok var”larına kulak tıkar, istediğimizi almakta ısrar ederdik. Şimdi de durum pek farklı değil. Ne zaman büyük bir alışveriş merkezinin kapılarından içeri girsek, ışıltılı bir dünya ayaklarımız altına seriliveriyor. Adeta göz kırpan cansız mankenler, parıldayan yepyeni elektronik eşyalar, muhteşem bir ahenkle hazırlanmış vitrinlerde mobilyalar… Hepsi satın alınmayı ve aynı hevesle aldığımız ancak hiç kullanmadığımız eşyalar arasına katılmayı bekliyor.
Sadece bu da değil. Alışveriş merkezini terk ettiğimiz anda, yine tüketim furyasının içinde buluyoruz kendimizi. Dev panolarda, dev reklamlar, radyolardaki gürültülü insanların beynimizin her hücresine kaydetmeye çalıştıkları ürün sloganları, televizyonlarda hayatını evler ve arabalarla renklendirmiş mutlu aile tabloları… Nereye gitsek öyle mükemmel bir dünya resmediliyor ki bizlere, tüm bu dekorun ardında neler olduğunun farkına bir türlü varamıyoruz.
Yönetiliyoruz. Zevklerimiz, isteklerimiz, hedeflerimiz ve arzularımız kontrolümüzde değil. Her saniye, her dakika bizlerin aldıkları şeylerle para kazanan şirketler tarafından belirleniyor hayatımızın izleyeceği yol. Zevkler, istekler, hedefler ve arzular bizim yerimize yaratılıyor ve önümüze sunuluyor. Yüzlerce telefon şirketi her hafta yeni bir model piyasaya sürüyor. Ufak değişiklerle arabalar, her sene “yenileniyor”. Farklı kesimlere hitap etse de, tüm mağazalar benzer desenleri, benzer kumaşları kullanarak, her sezon bir “farklılık” yaratıyor. Bizler ise, kendimizi tatmin ettiğimizi düşünerek; daha fazla, daha fazla satın alıyoruz. Eskimemiş cep telefonumuzu değiştiriyor, daha lüks arabalara yöneliyor, ihtiyaç duymadığımız belki de onuncu kazağımızı alıyoruz. Satıcılar indirimler ve kampanyalarla gözümüzü boyarken, biz bir kez daha gerekenden çok daha fazlasını eve götürüyoruz.
Evet, yönetiliyoruz. Daha fazla satın alırsak, daha mutlu olacağımız yalanıyla kandırılıyoruz. Her gün eve yeni şeyler getirerek, daha iyi bir yaşantıya sahip olacağımıza inandırılıyoruz. İplerimizi ellerinde tutan bu dev şirketler yüzünden, her geçen gün daha fazla tüketiyor, onlar tarafından da tüketiliyoruz ve artık kuklalar haline gelmiş durumdayız.
Çaresiziz. Bize yukarıdan verilen “emirleri” uyguluyor, sorgulamıyoruz. Moda olana uyuyor, yaratılan zevklerin peşinden gidiyoruz. Kontrol bizde değil; duramıyoruz. Kendimizi çok özel ve güzel hissettiğimiz bu tüketim krallığında, aristokratlar olduğumuzu zannediyoruz. Gerçek ise bundan çok farklı: Tüketim krallığının köleleriyiz biz; en tepedeki kral tarafından yönetilen ve yönlendirilen. Ne istediğimiz hiç önemli değil; kralın dediklerini harfiyen uyguladıktan sonra, sorun yok.
Özel miyiz? Hayır. Sadece sistemi yürüten önemli bir parçayız o kadar. Ve insanları kim olduklarıyla değil de, sahip olduklarıyla yargılamaya devam edersek, asla özel olamayacağız. Biz sadece kuklalarız; baştan aşağı giydirilen, evleri düzenlenen ve hareketleri belirlenen…
(dibebirnot: yine Türkçe dersi için yazılmış bir yazı. Being John Malkovich filmindeki kukla sahnesini izledikten sonra ordan esinlenerek bi yazı yazmamızı istemişlerdi, bu da benim "kukla yazım". Buldum çıkardım gene bi yerlerden, öyle oldu..)
Şimdi ise gardırobun önündesiniz. Seçim yapması çok zor; geçen hafta aldığınız pantolonun üstüne şık bir kazak mı, yoksa en yeni kotunuz ve son indirimde bulduğunuz tişört mü? Annenizin yıllar önce ördüğü hırka, dolabın bir kenarında terk edilmiş halde beklerken önce kazağa daha sonra pantolona uzanıyorsunuz.
Ayakkabı seçimi yapması nispeten daha kolay; aynı modelin onlarca farklı rengi arasından kazağınıza en iyi uyacak ayakkabıyı seçiyorsunuz. Kapıdan çıkmak üzere anahtarlığınızı arıyorsunuz, o sırada gözünüz cüzdanınıza ilişiyor; içindeki paraları saydıktan sonra, son bir kez etrafa bakıyorsunuz. Ertesi gün plazma televizyonu takmak için eve servis geleceğini hatırlıyorsunuz boş duvarı görünce; keyfiniz yerine geliyor.
Garaja indiğinizde boşlukta yankılanan melodik bir sesle arabanızın kilidini açıyorsunuz. Deri ceketinizi arka koltuğa bırakırken hafif eskimiş olduğunuz düşünüyorsunuz, oysaki daha altı ay önce almıştınız. Kontağı çevirdiğinizde arabanızın motorlarından gelen gücün uğultusunu hissediyorsunuz. Konforunuz için özel olarak tasarlanmış sürücü koltuğuna kendinizi yerleştirirken, radyonun düğmesine basıyorsunuz. Çalan şarkı geride bıraktığınızın yaz aylarının en popüler şarkısı; tatildeyken sizin de bu şarkıda dans etmişliğiniz var. Şimdi ise sanki üzerinden on yıllar geçmiş gibi eski geliyor bu şarkı size; birkaç ay önce arkadaşlarınızla en sevdiğiniz şarkı iken, artık sıkıcı olduğunu düşünüp radyoyu kapatıyorsunuz. Garajdan çıkıp havuzların mavisinin bahçelerin yeşiliyle yarattığı yapay uyuma bir kez daha hayran kalıyor, bu şahane sitedeki evi almakla ne kadar iyi bir iş yapmış olduğunuzu kendinize hatırlatıyorsunuz. Öbür evinizin de güzel olduğunu düşünmüştünüz zamanında; ta ki özel garajı, özel güvenliği, özel spor salonunu, özel alışveriş merkezini, özel restoranı ve özel yüzme havuzlarını görene kadar.
Kahvaltı yapmadınız, ancak bu hiç sorun değil; en sevdiğiniz kahve zincirinin 13.500 şubesinden birine adım atıyorsunuz. Her zaman içtiğiniz kahvenin uzun ve gösterişli adını bir çırpıda telaffuz ettikten sonra, kelime oyunlarıyla yaratılan adlarının daha da cazip hale getirdiği keklerden birini gösteriyorsunuz kasadaki çalışana. Göz açıp kapayıncaya kadar, siparişiniz küçük bir tepside önünüze geliyor. Hesabınızı ödüyor ve sizin gibi evinde kahvaltı yapma zahmetine katlanmamış insanların arasından geçerek kendinize boş bir masa buluyorsunuz. Bir sandalyeye ceketinizi yerleştirdikten sonra, diğer sandalyeye oturuyorsunuz. Kaldırımın kenarına park ettiğiniz arabanıza ilişiyor gözünüz; önce jantları ve tekerlekleri süzüyor, daha sonra güneşte parlayan kapılara bakıyorsunuz ve özel olduğunuzu düşünüyorsunuz. Şık giysiler, şık arabalar, şık sitelerde şık evler; şık kafelerde, şık kahvaltı menüleri…
Özel olduğunuza inanıyorsunuz, ama aslında değilsiniz. Hiçbirimiz değiliz. Durduramadığınız satın alma arzumuzun, bizi ele geçirmiş olan tüketim furyasının kontrol ettiği bireyleriz. Küçüklüğümüzden bu yana devam eden etkileyici bir süreç sonucunda, tüm bu imkânları bize sunan şirketlerin ve bu şirketlerin başındaki insanların kölesi haline gelmiş durumdayız.
Eskiden oyuncakçılardan gözümüzü ayıramazdık. Bir bebeğimiz varsa ikincisini, yarıştırdığımız iki araba rekabet duygumuzu yeterince tatmin etmezse bir üçüncüsünü isterdik. Parlak ışıklarla aydınlatılmış büyük dükkânlarda, raflara dizilmiş binlerce oyuncak arasında kendimizi kaybederdik. Önem verdiğimiz şey oyuncaktı o zamanlar ve bizler de oyuncak sektörünün toy köleleri olarak, anne babamızı sömürürdük. Onların “hayır olmaz evde çok var”larına kulak tıkar, istediğimizi almakta ısrar ederdik. Şimdi de durum pek farklı değil. Ne zaman büyük bir alışveriş merkezinin kapılarından içeri girsek, ışıltılı bir dünya ayaklarımız altına seriliveriyor. Adeta göz kırpan cansız mankenler, parıldayan yepyeni elektronik eşyalar, muhteşem bir ahenkle hazırlanmış vitrinlerde mobilyalar… Hepsi satın alınmayı ve aynı hevesle aldığımız ancak hiç kullanmadığımız eşyalar arasına katılmayı bekliyor.
Sadece bu da değil. Alışveriş merkezini terk ettiğimiz anda, yine tüketim furyasının içinde buluyoruz kendimizi. Dev panolarda, dev reklamlar, radyolardaki gürültülü insanların beynimizin her hücresine kaydetmeye çalıştıkları ürün sloganları, televizyonlarda hayatını evler ve arabalarla renklendirmiş mutlu aile tabloları… Nereye gitsek öyle mükemmel bir dünya resmediliyor ki bizlere, tüm bu dekorun ardında neler olduğunun farkına bir türlü varamıyoruz.
Yönetiliyoruz. Zevklerimiz, isteklerimiz, hedeflerimiz ve arzularımız kontrolümüzde değil. Her saniye, her dakika bizlerin aldıkları şeylerle para kazanan şirketler tarafından belirleniyor hayatımızın izleyeceği yol. Zevkler, istekler, hedefler ve arzular bizim yerimize yaratılıyor ve önümüze sunuluyor. Yüzlerce telefon şirketi her hafta yeni bir model piyasaya sürüyor. Ufak değişiklerle arabalar, her sene “yenileniyor”. Farklı kesimlere hitap etse de, tüm mağazalar benzer desenleri, benzer kumaşları kullanarak, her sezon bir “farklılık” yaratıyor. Bizler ise, kendimizi tatmin ettiğimizi düşünerek; daha fazla, daha fazla satın alıyoruz. Eskimemiş cep telefonumuzu değiştiriyor, daha lüks arabalara yöneliyor, ihtiyaç duymadığımız belki de onuncu kazağımızı alıyoruz. Satıcılar indirimler ve kampanyalarla gözümüzü boyarken, biz bir kez daha gerekenden çok daha fazlasını eve götürüyoruz.
Evet, yönetiliyoruz. Daha fazla satın alırsak, daha mutlu olacağımız yalanıyla kandırılıyoruz. Her gün eve yeni şeyler getirerek, daha iyi bir yaşantıya sahip olacağımıza inandırılıyoruz. İplerimizi ellerinde tutan bu dev şirketler yüzünden, her geçen gün daha fazla tüketiyor, onlar tarafından da tüketiliyoruz ve artık kuklalar haline gelmiş durumdayız.
Çaresiziz. Bize yukarıdan verilen “emirleri” uyguluyor, sorgulamıyoruz. Moda olana uyuyor, yaratılan zevklerin peşinden gidiyoruz. Kontrol bizde değil; duramıyoruz. Kendimizi çok özel ve güzel hissettiğimiz bu tüketim krallığında, aristokratlar olduğumuzu zannediyoruz. Gerçek ise bundan çok farklı: Tüketim krallığının köleleriyiz biz; en tepedeki kral tarafından yönetilen ve yönlendirilen. Ne istediğimiz hiç önemli değil; kralın dediklerini harfiyen uyguladıktan sonra, sorun yok.
Özel miyiz? Hayır. Sadece sistemi yürüten önemli bir parçayız o kadar. Ve insanları kim olduklarıyla değil de, sahip olduklarıyla yargılamaya devam edersek, asla özel olamayacağız. Biz sadece kuklalarız; baştan aşağı giydirilen, evleri düzenlenen ve hareketleri belirlenen…
(dibebirnot: yine Türkçe dersi için yazılmış bir yazı. Being John Malkovich filmindeki kukla sahnesini izledikten sonra ordan esinlenerek bi yazı yazmamızı istemişlerdi, bu da benim "kukla yazım". Buldum çıkardım gene bi yerlerden, öyle oldu..)
03 / 05 / 2009
Sevgili blog bugün bisiklete binemedim. Nasıl kalbim kırıldı anlatamam. Vapur seferlerinin saatine kim karar veriyorsa bütün ayakkabılarıyla çeşitli zamanlarda çeşitli hayvan kakalarına bassın istiyorum. Umarım ayakkabılarının kokusu yüzünden hiç kimse yanına uğrayamaz. Ayrıca gitmekte olduğum dersaneye de teesüf ederim. Aptal seni.. Ne gıcık saatlere rastgeliyosun. Kimseye tavsiye etmiycem seni. Nasıl kalbimi kırdığını düşün ki kelimelerle anlatamıyorum. Umarım kurulduğun yeri içinde kimse yokken robotlar basar. Üstüne meteor düşer. Senin kadar program düşmenı bişey görmedim ben.
Tabi ki arkadaşlarımı ve annemi nezih davranışlarından ötürü saygıyla tenzih ederim. Onlar ki şirin mi şirin, uyumlu insanlar. Ne vapur tarifelerinin küstahlığı var üzerlerinde ne de dersanenin vurdumduymazlığı.. Adeta bir havuç kadar alçakgönüllü, en az bir pikap kadar eğlenceliler onlar.
Otobüste tesadüfen karşıma oturmuş polisten çekindiğim kadar çekinmeliyim demek ki dersaneden.. Yada yanımda oturup yediği çubuk krakerden vermeyen kızdan soğuduğum gibi soğuyorum sizden dersane. Ve aramızdaki bu laubali münasebeti sona erdiriyorum. Haziran başından itibaren ölseniz umrumda olmayacak.
Şimdi size gelelim sayın vapur saati düzenler şahıs.. Esasen sayın olmamakla birlikte son derece de döneksiniz bunu bilmenizi isterim. Hangi kişilik haftasonu mütemadiyen bir eğlence mekanına dönüşen adalara giden vapurları azaltır ki? Olsa olsa sizin gibi kişiliksiz ve mantık çerçevesi dahilinde düşünceler üretmekten yoksun bir homosapiens, zira size insan demeyi şiddetle protesto ediyorum. Benim gözümde bir küf mantarı hatta bir kaldırım taşı hatta yere atılmış bir izmarit çöpünden farkınız kalmadı bilesininz. Sizin gibi insanlar oldukça bu ülkenin kalkınma olasılığı çamaşırların kendi kendilerini yıkama ihtimallerinden bile daha düşük olacaktır.
Bunun yanısıra son derece anlayışlı arkadaşlarım olduğu için kendileriyle gurur duyduğumu, benim için en az beni evime götüren otobüsler kadar vazgeçilmez ve elzem olduklarını bilmelerini isterim. Ayrıca bana sağladığı bütün katkılarından ötürü anneme teşekkürlerimi sunmak isterim. Onlar olmasalardı bugün ben olmazdım. Farklı, garip bir şey olurdu. Beni ben yapan bütün detaylara, okurlara ve yakınlarıma teşekkürü borç bilirim. Hepinizi çok seviyorum. Ben bisiklete binememiştim hatırlarsanız ama şimdi eve gidicem daha sonra bisikletçi arayacağım ki bisikletimi tamir için oraya götüreceğim ve dünya daha adil, daha güzel bir yer olacak.
Hem daha 2. geleneksel hipi şenlikleri, çikolata şelalesi etkinliği ve benimo şöleni var. Ne demişler deliye hergün bayram..
saygılar
not: zaten kötü bir gün olacağını anlamıştım zira günün başında tırnağım kırılmıştyı.
not2: bilemeyen okur için gitar tırnağı var bende tiki tınağı diyil
not3:zaten mantık hatalarını geçtim gramer hatamı da geçiyim sinir anında yazdıydım bunu.
Tabi ki arkadaşlarımı ve annemi nezih davranışlarından ötürü saygıyla tenzih ederim. Onlar ki şirin mi şirin, uyumlu insanlar. Ne vapur tarifelerinin küstahlığı var üzerlerinde ne de dersanenin vurdumduymazlığı.. Adeta bir havuç kadar alçakgönüllü, en az bir pikap kadar eğlenceliler onlar.
Otobüste tesadüfen karşıma oturmuş polisten çekindiğim kadar çekinmeliyim demek ki dersaneden.. Yada yanımda oturup yediği çubuk krakerden vermeyen kızdan soğuduğum gibi soğuyorum sizden dersane. Ve aramızdaki bu laubali münasebeti sona erdiriyorum. Haziran başından itibaren ölseniz umrumda olmayacak.
Şimdi size gelelim sayın vapur saati düzenler şahıs.. Esasen sayın olmamakla birlikte son derece de döneksiniz bunu bilmenizi isterim. Hangi kişilik haftasonu mütemadiyen bir eğlence mekanına dönüşen adalara giden vapurları azaltır ki? Olsa olsa sizin gibi kişiliksiz ve mantık çerçevesi dahilinde düşünceler üretmekten yoksun bir homosapiens, zira size insan demeyi şiddetle protesto ediyorum. Benim gözümde bir küf mantarı hatta bir kaldırım taşı hatta yere atılmış bir izmarit çöpünden farkınız kalmadı bilesininz. Sizin gibi insanlar oldukça bu ülkenin kalkınma olasılığı çamaşırların kendi kendilerini yıkama ihtimallerinden bile daha düşük olacaktır.
Bunun yanısıra son derece anlayışlı arkadaşlarım olduğu için kendileriyle gurur duyduğumu, benim için en az beni evime götüren otobüsler kadar vazgeçilmez ve elzem olduklarını bilmelerini isterim. Ayrıca bana sağladığı bütün katkılarından ötürü anneme teşekkürlerimi sunmak isterim. Onlar olmasalardı bugün ben olmazdım. Farklı, garip bir şey olurdu. Beni ben yapan bütün detaylara, okurlara ve yakınlarıma teşekkürü borç bilirim. Hepinizi çok seviyorum. Ben bisiklete binememiştim hatırlarsanız ama şimdi eve gidicem daha sonra bisikletçi arayacağım ki bisikletimi tamir için oraya götüreceğim ve dünya daha adil, daha güzel bir yer olacak.
Hem daha 2. geleneksel hipi şenlikleri, çikolata şelalesi etkinliği ve benimo şöleni var. Ne demişler deliye hergün bayram..
saygılar
not: zaten kötü bir gün olacağını anlamıştım zira günün başında tırnağım kırılmıştyı.
not2: bilemeyen okur için gitar tırnağı var bende tiki tınağı diyil
not3:zaten mantık hatalarını geçtim gramer hatamı da geçiyim sinir anında yazdıydım bunu.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)