5 Haziran 2009 Cuma

through the roof..



"who could think of a better punishment. everything is the same just a little worse". gerçekten de aklıma daha iyi bir ceza gelmiyor. dikkat bu yazı yüksek miktarda spoiler içerir. izleyecekseniz okumayın.
"for those who haven't seen the movie yet i'll write another entry soon."



gülümseyemeyen insanlar, yıldızların dahi olmadığı kapkara bir gökyüzü ve sadece o an önemsiz olduğunda yapabildiğiniz ufak mucizeler.. filmi eğlenceli kılan bi dolu şeyden bahsetmeden önce bu ufacık detaylar bile inceden inceye düşünülmüş. filmin başında tom waits in çatal sesiyle plaktan çalınan "dead and lovely" filmin atmosferini zaten en baştan belirliyo. ama zia'nın intihar etmeden önce hertarafı silip tam da ölüm anında hafifçe uçuşan bir toz yığını.. evet evet çok büyük bir hüsran. avusturyalı patron/ev arkadaşı ise zia'nın yeni soluk dünyasını daha da oraya uygun yapan insana bıkkınlık getiren bi adam. neredeyse barney ve ted'in tanışması tadında eugene'le tanışması. bütün ailesinin burada olması. akabinde eski sevgilisinin de intihar ettiğini öğrendiğinde suratında bir mimik oluşamaması gülümseyememesi. koltuğunun altında karadelik olan ve farları yıllardır çalışmayan bir arabayla gogol bordellosal şarkılar eşliğinde dolaşan eugene ve zia enteresan bi otostopçuya rastlarlar. arabanın karadeliğinde kaybolan gözlükler eşliğinde bi yolculuktan sonra mikal kızıp gider. ama olsundur gene rastlaşırlar desiree'nin izini sürmeye devam ederlerken farlar çalışır ve yolda yatan kneller'ın kampına giderler. garip garip insanlarla tanışırlar. kneller'in köpeğini bulmak için çıktıkları yolculukta zia ve mikal deniz bulurlar(ehehaha). köpek yüzünden bi salakla muhattap olurken zia desiree'yi görür.. anlaşılan o ki desiree kafayı sıyırmıştır. zia bu aptal kızı ararken aslında mikal'ın ne kadar hoş biri olduğu şimşekleri çakar. ama bahsi geçen salak adam intihar edip helecanla beklediğimiz kneller(tom waits) in gelmesine sebebiyet verir. kamp dağılır bilmemne..
miğnvayıl mikal sürekli aradığı yöneticilerle konuşup dünyaya dönmüştür.. sabah zia eugene'in arabasını kullanırken karadelikten süzülür ve hastane'de uyanır. yanında mikal. film boyunca ilk defa karşılaştığımız o güzel bir çift sırıtış.. olması gerektiği gibi bitemeyen güzel bir masal

tam türkçe bi adı olamayan bir film wristcutters (bilekkesenleri saymıyorum). elimizde gerçekten kaliteli bir film var. hemde 88 dakika çok sıkmadan tadında bırakıyor filmi. mesela tideland, 2001 space odyssey filmlerinde insanın gözü ister istemez saate kayar "off ne zaman biticek bu" replikleri kaçınılmazdır. başından beri gülümseten küçük detaylar. trajikomik bir hikaye. etkileyici ve inandırıcı ortamlar. öyle ki göründüğünde terkedilmiş olduğunu saniyesinde anlayabiliceğiniz çölümsü yollar.. vesaire. hem zaten film oyuncularıyla ilgimi kazanmış durumdayken bir de yemek yiyip, bira içmeye, hele bi de çişe gitmiyolar mı... yerim ben onları..
eugene'i oynayan shea whigham'ın oyunculuğu lokum gibi. kendisinin bir rus olmadığını hatta floridalı olduğunu biliyormuydunuz.. ve baklava kıvamlı oyunculuğundan ötürü mikal olan shannyn sossamon'u ayrıca tebriklere boğuyorum. nihayet tom waits. sempatik tavırlarıyla ve mütişsonik sesiyle konuşurken salyalar saça saça dinlemesi bana düştü. nedense zia biraz silik geldi bana.. daha çok diğerlerinin hikayesi anlatılıyomuşçasına silik. belki de sürekli iyi oyunculukların altında ezilmesi olabilir bu. zaten film ana olarak "Kneller's Happy Campers" hikayesine dayandırılmış olay oralardan yola çıkılmış bir senaryo adına gerçekten güzel. bmd notu 10 üstünden 8
1- zia silik daha önce dediğim gibin
2- soluktu renkler hııhıııı ama mikalın üstündeki o kazak çok güzel kırmızı ben öyle şemsiye istiyorum..

en kısa zamanda görüşcez benden kaçamazsınız

30 Mayıs 2009 Cumartesi

The Ortadan Sıkılanlar (white album)

eveet bu çekirge dinlemesinde white album yaptıııık.
15 tane dinlenilesi şarkı. söyleyeni veya şarkı adında mutlaka white geçeninden..
esen kalın..


1- In The Cold Cold Night - White Stripes
2- White Rose - Nick Cave & Kylie Minogue
3- White Queen - Queen
4- I Just Died In Your Arms Tonight - Whitesnake
5- White Rabbit - Jefferson Airplane
6- White Summer - Led Zeppelin
7- Let The Music Play - Barry White
8- Black Sunshine - White Zombie
9- White Chalk - PJ Harvey
10- Wait - White Lion
11- Nothing Is For Ever - White Lies
12- White Ladder - David Gray
13- White Room - Cream
14- Person To Person - Avaredge White Band
15- White Unicorn - Wolfmother

27 Mayıs 2009 Çarşamba

hangisi döver vol.3

efendim semranım'ın bayhan'ı 12'ye 3 ezici bir üstünükle geçtiğine tanık olurken

yeni hangisi döveri sunmaktan büyük bir kıvanç duymaktayım..



başlayalım mı..

ehm... (eye of the tiger artarak gir..)

mavi köşede yılların anchorman'i efendim acı varmı acı repliğiyle şoka uğratan balıksuratlı REHA MUHTAR


kırmızı köşede ise bastonuyle s çizen ibret-i alem hikayeleri ve pis fırın denetlemeleriyle SAADETTİN TEKSOY

--VERSUS--

I'm a loser

Öyle bir anda gelen düşünce:

Dans ede ede,keyiflene keyiflene I'm a loser söyleyebiliyor,ironiden keyif alabiliyorsanız siz hayatın özünü sıkıp lıkır lıkır içebilirsiniz.Güzel insansınız.Böyle yani bence .)

23 Mayıs 2009 Cumartesi

Eski Huylar: Dinle Çekirge.

Baktım mantıklı bir yazı yazamıycam, okul beni fazlasıyla yordu (hepimizin kaderi aynı mı ne?), ben de dedim ki kendi kendime "Neden bi tane Dinle Çekirge koymuyosun?" İşte böyle sevgili okurcanlar.

Hadi bakalım, dinle çekirge:

Fake Plastic Trees-Radiohead
Ring Out The Bell-Travis
Don't Crash The Ambulance-Mark Knopfler
Copy In Black and White-Absynthe Minded
I Saw Her Standing There-The Beatles
Feels Like Fire-Santana&Dido

18 Mayıs 2009 Pazartesi

ehe.

mahavishnu beni dövücek evet. zaten kısa kısa yazıp da ikinci olduktan sonra iyice bi kıllanan bu arkadaşımız 3 gün içinde 3 birbirinden boş şey yazdığımı görünce bayaa bi sinir olucak bana ziyanı yok 2 şey demek için burdayım:

1- http://www.fitifiti.tv

2-ey ahali.. okurcansın yazarsın farketmez
haftaiçi pazartesi 4 geri kalan günler 3 civarı moda'dan kadıköye yürüyorum.
o gün canınız sıkılmış, işiniz düşmüş olabilir
mesaj atın höhöhböböb diyin geliyim bi güldürüyim.
okullar kapanana kadar bu güzellik size müessesemizden hediye
bir adet fermiuma kahve dondurma alabilirsiniz beleşe yürütebilirsiniz, erik ikram edebilsiniz.. biletler biletix de...

17 Mayıs 2009 Pazar

varoluşçuluk. ve yaz duyuruları..

çok acayip oluyo be.. çok gaza geldim sınavlara çalışmak yerine oturdum bölüm yazıyorum..
ayrıca bazı şeylerde yaz tarifesine geçiyorum örneğin kıskançlık soğuk suyuma, dondurmama ve çileğime sulanan almaya çalışan olursa dinlemem.. artık istemiyosam toksam falan bi şansınız olabilir.

16 Mayıs 2009 Cumartesi

yaz geldi.

evet efendim resmi olarak yaz geldi ben bile bütün gün tişört giydiysem sevgili yazarımız angie elbise giydiyse bunun sorumlusu yazdır. güneşte 3453 derece gölgede 2357 derece olmasıdır.
hatırlarsanız sevgili okur bahsetmiştik ki soğuğu severiz ama bi sor bakalım sıcağı sever miyiz. kendi adıma cevaplayacak olursam kışı ve soğuğu severim yazı da severim ama sıcak pis ve illettir. yemeğinizi yerken sizi rahatsız eden kara büyük bir sinektir sıcak..isterim ki hiç bu kadar sıcak olmasın. yani en azından bu iyi daha sıcaklamasın ama ne yazıktır ki daha aylardan mayıs.. küresel ısınma fena çarpıcak sayın sevgili okur adım adım tanık olacaksın buna.

not: jude sakallarını kes artık..
not: bak radyoda layla çaldılar keyfim yerine geldi mehe mehe

10 Mayıs 2009 Pazar

Being George Berger


Olduğu gibidir Berger. beyaz orta sınıf ahlakı tarafından boktan ve işe yaramaz ilan edilmiş bir serseridir ancak gözden kaçan şudur ki kendisi de aynı sınıftan gelmesine rağmen establishment ile barış yapmasını becerememiş, ona dahil olmaktan sadece tiksinmeyen aynı zamanda korkan naif bir ruhtur.

Bir
hipster değildir Berger, çalıntı arabalara düz kontak yapmasını da bilmez, takım elbisesinin altından 45lik çıkarıp kendine eroin parası devşirmeyi de... ama çok güzel şarkı söyler, dans eder, hayal kurar. Aklına zincir vurmak için toplanmış seçkinlerin sofrasında topuklarını vurarak raks etmesi bundandır elbet. Dolaysızdır sonra. doğrudan ister ne isteyecekse, eliyle gösterir, tüm hücreleriyle nefret eder, benzersiz bir inatla "dışında kalır"! ama gülümsemesini ödünç alamazsınız.

Aklı firarda romantik bir siluettir Woodstock
'ta, ağlamaklı bir San Fransisko şiir rönesansı gezgini, denver maliki, highway 61 müdavimidir. Berger "neden olmasın?" demenin en üst perdeden haykıranıdır.Berger "dışında kalmak" için edilen yeminlerin en matrak olanıdır.

Saçları vardır berger'ın. bu gece, 4 decade sonra, yana yakıla içilesi, artık unutulmuş metaforların adresi bir büyük kıl yumağı olan...

Ben yazmadım ,ama bulduğumda çok hoşuma gitti.Berger olmayı bir nebze anlattı işte.Hep söylerdik ya :)

3 Mayıs 2009 Pazar


Yerinden oynamayan bir kütle ile durdurulamaz bir güç çarpışırsa ne olur?
Ersin Karabulut

5 yıldır bisiklete binememiş bi' adam bisiklete binerse hemi de çok binerse ne olur?
Mahavishnu

Efendim çok pis olur.Şu an da baldırlarım ve afedersiniz ama kıçım deli ağrıyor.Hamlamışız işte.Ama bisiklete(pisiklet)binmeyi çok özlemişim.Bundan sonra caddebostanda bol bol popom tutulacak.

Üşendim yazmaya ama güzeldi işte.3 adaş Jude Ben ve gizemli çok kuul adam( =) ) bindik bayaa.Bissürü sandviç yedik,şarkı söyledik,itişip kakıştık,manzara seyrettik,müzik dinledik ve Heybeli Ada'yı 2 kez falan turladık.

Buradan gelmeyen kolombusa o anamızı ağlatan yokuşlar var ya sana girsin demek istiyorum affınıza sığınarak.Ayrıca Jude da öyle bir kondisyon var,sanırsın hayvan evladı o derece.Ayıp yani.

Hımbıl değilim ben,5 yıldır pisiklete binmemişim fark atıyosun bana...
Gelince editle burayı da.

SIS ! bide hımbıl değilim diyo... 5 senedir (çok af dile) k.çın sele görmemiş işte hımbılsın !

yola çıkarız, 2 metre sonra mahavishnu durur, "ay aman of çok yoruldum..."

dinleniriz.

tekrar yola çıkarız, 3 metre sonra arkama bakarım, mahavishnu yok, nerde ? uzaklarda bir nokta olarak gözüküyo, bisikleti eline almış, "ay.. aman.. of.. peh.." nidalarıyla geliyo... ben buna hımbıl derim ?

ayrıca evet, pekde bir güzeldi... bisikletten bu kadar haz almamıştım, süpersonik bi atmosfere süpersonik insanlarla böyle bisikletle gitmek çok acayip oluyormuş... "ada" kavramı süper bişey ki, insana istanbulda olduğunu unutturuyo, sanki çok uzaklaşmış hissettiriyo... öyle valla. bu arada evet, OGZ muhalefetiyle gel(e)memiş kolombusu esrefli esrefli kınamalarımı, ido muhalefetiyle gelememiş fermiumada tüh tüh vah vahlarımı yollarım burdan, bidaha mutalaka gitcez. çok güzel bişey bu, yapıcaz bidaha. WE GOTTA GO BACK TO THE ISLAND ! (5. sezon.. ehem.)

Tüketim Krallığı

Uyandınız. Daha iki ay önce değiştirdiğiniz cep telefonunuza uzanarak saate bakıyorsunuz. En sevdiğiniz pijamalarınızın içinde, en sevdiğiniz çarşaflardan sıyrılarak banyoya yöneliyorsunuz. Yüzünüze su çarpıyor, dişlerinizi fırçalıyor ve giyinmek üzere odaya geri dönüyorsunuz.
Şimdi ise gardırobun önündesiniz. Seçim yapması çok zor; geçen hafta aldığınız pantolonun üstüne şık bir kazak mı, yoksa en yeni kotunuz ve son indirimde bulduğunuz tişört mü? Annenizin yıllar önce ördüğü hırka, dolabın bir kenarında terk edilmiş halde beklerken önce kazağa daha sonra pantolona uzanıyorsunuz.
Ayakkabı seçimi yapması nispeten daha kolay; aynı modelin onlarca farklı rengi arasından kazağınıza en iyi uyacak ayakkabıyı seçiyorsunuz. Kapıdan çıkmak üzere anahtarlığınızı arıyorsunuz, o sırada gözünüz cüzdanınıza ilişiyor; içindeki paraları saydıktan sonra, son bir kez etrafa bakıyorsunuz. Ertesi gün plazma televizyonu takmak için eve servis geleceğini hatırlıyorsunuz boş duvarı görünce; keyfiniz yerine geliyor.
Garaja indiğinizde boşlukta yankılanan melodik bir sesle arabanızın kilidini açıyorsunuz. Deri ceketinizi arka koltuğa bırakırken hafif eskimiş olduğunuz düşünüyorsunuz, oysaki daha altı ay önce almıştınız. Kontağı çevirdiğinizde arabanızın motorlarından gelen gücün uğultusunu hissediyorsunuz. Konforunuz için özel olarak tasarlanmış sürücü koltuğuna kendinizi yerleştirirken, radyonun düğmesine basıyorsunuz. Çalan şarkı geride bıraktığınızın yaz aylarının en popüler şarkısı; tatildeyken sizin de bu şarkıda dans etmişliğiniz var. Şimdi ise sanki üzerinden on yıllar geçmiş gibi eski geliyor bu şarkı size; birkaç ay önce arkadaşlarınızla en sevdiğiniz şarkı iken, artık sıkıcı olduğunu düşünüp radyoyu kapatıyorsunuz. Garajdan çıkıp havuzların mavisinin bahçelerin yeşiliyle yarattığı yapay uyuma bir kez daha hayran kalıyor, bu şahane sitedeki evi almakla ne kadar iyi bir iş yapmış olduğunuzu kendinize hatırlatıyorsunuz. Öbür evinizin de güzel olduğunu düşünmüştünüz zamanında; ta ki özel garajı, özel güvenliği, özel spor salonunu, özel alışveriş merkezini, özel restoranı ve özel yüzme havuzlarını görene kadar.
Kahvaltı yapmadınız, ancak bu hiç sorun değil; en sevdiğiniz kahve zincirinin 13.500 şubesinden birine adım atıyorsunuz. Her zaman içtiğiniz kahvenin uzun ve gösterişli adını bir çırpıda telaffuz ettikten sonra, kelime oyunlarıyla yaratılan adlarının daha da cazip hale getirdiği keklerden birini gösteriyorsunuz kasadaki çalışana. Göz açıp kapayıncaya kadar, siparişiniz küçük bir tepside önünüze geliyor. Hesabınızı ödüyor ve sizin gibi evinde kahvaltı yapma zahmetine katlanmamış insanların arasından geçerek kendinize boş bir masa buluyorsunuz. Bir sandalyeye ceketinizi yerleştirdikten sonra, diğer sandalyeye oturuyorsunuz. Kaldırımın kenarına park ettiğiniz arabanıza ilişiyor gözünüz; önce jantları ve tekerlekleri süzüyor, daha sonra güneşte parlayan kapılara bakıyorsunuz ve özel olduğunuzu düşünüyorsunuz. Şık giysiler, şık arabalar, şık sitelerde şık evler; şık kafelerde, şık kahvaltı menüleri…



Özel olduğunuza inanıyorsunuz, ama aslında değilsiniz. Hiçbirimiz değiliz. Durduramadığınız satın alma arzumuzun, bizi ele geçirmiş olan tüketim furyasının kontrol ettiği bireyleriz. Küçüklüğümüzden bu yana devam eden etkileyici bir süreç sonucunda, tüm bu imkânları bize sunan şirketlerin ve bu şirketlerin başındaki insanların kölesi haline gelmiş durumdayız.
Eskiden oyuncakçılardan gözümüzü ayıramazdık. Bir bebeğimiz varsa ikincisini, yarıştırdığımız iki araba rekabet duygumuzu yeterince tatmin etmezse bir üçüncüsünü isterdik. Parlak ışıklarla aydınlatılmış büyük dükkânlarda, raflara dizilmiş binlerce oyuncak arasında kendimizi kaybederdik. Önem verdiğimiz şey oyuncaktı o zamanlar ve bizler de oyuncak sektörünün toy köleleri olarak, anne babamızı sömürürdük. Onların “hayır olmaz evde çok var”larına kulak tıkar, istediğimizi almakta ısrar ederdik. Şimdi de durum pek farklı değil. Ne zaman büyük bir alışveriş merkezinin kapılarından içeri girsek, ışıltılı bir dünya ayaklarımız altına seriliveriyor. Adeta göz kırpan cansız mankenler, parıldayan yepyeni elektronik eşyalar, muhteşem bir ahenkle hazırlanmış vitrinlerde mobilyalar… Hepsi satın alınmayı ve aynı hevesle aldığımız ancak hiç kullanmadığımız eşyalar arasına katılmayı bekliyor.
Sadece bu da değil. Alışveriş merkezini terk ettiğimiz anda, yine tüketim furyasının içinde buluyoruz kendimizi. Dev panolarda, dev reklamlar, radyolardaki gürültülü insanların beynimizin her hücresine kaydetmeye çalıştıkları ürün sloganları, televizyonlarda hayatını evler ve arabalarla renklendirmiş mutlu aile tabloları… Nereye gitsek öyle mükemmel bir dünya resmediliyor ki bizlere, tüm bu dekorun ardında neler olduğunun farkına bir türlü varamıyoruz.
Yönetiliyoruz. Zevklerimiz, isteklerimiz, hedeflerimiz ve arzularımız kontrolümüzde değil. Her saniye, her dakika bizlerin aldıkları şeylerle para kazanan şirketler tarafından belirleniyor hayatımızın izleyeceği yol. Zevkler, istekler, hedefler ve arzular bizim yerimize yaratılıyor ve önümüze sunuluyor. Yüzlerce telefon şirketi her hafta yeni bir model piyasaya sürüyor. Ufak değişiklerle arabalar, her sene “yenileniyor”. Farklı kesimlere hitap etse de, tüm mağazalar benzer desenleri, benzer kumaşları kullanarak, her sezon bir “farklılık” yaratıyor. Bizler ise, kendimizi tatmin ettiğimizi düşünerek; daha fazla, daha fazla satın alıyoruz. Eskimemiş cep telefonumuzu değiştiriyor, daha lüks arabalara yöneliyor, ihtiyaç duymadığımız belki de onuncu kazağımızı alıyoruz. Satıcılar indirimler ve kampanyalarla gözümüzü boyarken, biz bir kez daha gerekenden çok daha fazlasını eve götürüyoruz.
Evet, yönetiliyoruz. Daha fazla satın alırsak, daha mutlu olacağımız yalanıyla kandırılıyoruz. Her gün eve yeni şeyler getirerek, daha iyi bir yaşantıya sahip olacağımıza inandırılıyoruz. İplerimizi ellerinde tutan bu dev şirketler yüzünden, her geçen gün daha fazla tüketiyor, onlar tarafından da tüketiliyoruz ve artık kuklalar haline gelmiş durumdayız.
Çaresiziz. Bize yukarıdan verilen “emirleri” uyguluyor, sorgulamıyoruz. Moda olana uyuyor, yaratılan zevklerin peşinden gidiyoruz. Kontrol bizde değil; duramıyoruz. Kendimizi çok özel ve güzel hissettiğimiz bu tüketim krallığında, aristokratlar olduğumuzu zannediyoruz. Gerçek ise bundan çok farklı: Tüketim krallığının köleleriyiz biz; en tepedeki kral tarafından yönetilen ve yönlendirilen. Ne istediğimiz hiç önemli değil; kralın dediklerini harfiyen uyguladıktan sonra, sorun yok.
Özel miyiz? Hayır. Sadece sistemi yürüten önemli bir parçayız o kadar. Ve insanları kim olduklarıyla değil de, sahip olduklarıyla yargılamaya devam edersek, asla özel olamayacağız. Biz sadece kuklalarız; baştan aşağı giydirilen, evleri düzenlenen ve hareketleri belirlenen…



(dibebirnot: yine Türkçe dersi için yazılmış bir yazı. Being John Malkovich filmindeki kukla sahnesini izledikten sonra ordan esinlenerek bi yazı yazmamızı istemişlerdi, bu da benim "kukla yazım". Buldum çıkardım gene bi yerlerden, öyle oldu..)

03 / 05 / 2009

Sevgili blog bugün bisiklete binemedim. Nasıl kalbim kırıldı anlatamam. Vapur seferlerinin saatine kim karar veriyorsa bütün ayakkabılarıyla çeşitli zamanlarda çeşitli hayvan kakalarına bassın istiyorum. Umarım ayakkabılarının kokusu yüzünden hiç kimse yanına uğrayamaz. Ayrıca gitmekte olduğum dersaneye de teesüf ederim. Aptal seni.. Ne gıcık saatlere rastgeliyosun. Kimseye tavsiye etmiycem seni. Nasıl kalbimi kırdığını düşün ki kelimelerle anlatamıyorum. Umarım kurulduğun yeri içinde kimse yokken robotlar basar. Üstüne meteor düşer. Senin kadar program düşmenı bişey görmedim ben.
Tabi ki arkadaşlarımı ve annemi nezih davranışlarından ötürü saygıyla tenzih ederim. Onlar ki şirin mi şirin, uyumlu insanlar. Ne vapur tarifelerinin küstahlığı var üzerlerinde ne de dersanenin vurdumduymazlığı.. Adeta bir havuç kadar alçakgönüllü, en az bir pikap kadar eğlenceliler onlar.
Otobüste tesadüfen karşıma oturmuş polisten çekindiğim kadar çekinmeliyim demek ki dersaneden.. Yada yanımda oturup yediği çubuk krakerden vermeyen kızdan soğuduğum gibi soğuyorum sizden dersane. Ve aramızdaki bu laubali münasebeti sona erdiriyorum. Haziran başından itibaren ölseniz umrumda olmayacak.
Şimdi size gelelim sayın vapur saati düzenler şahıs.. Esasen sayın olmamakla birlikte son derece de döneksiniz bunu bilmenizi isterim. Hangi kişilik haftasonu mütemadiyen bir eğlence mekanına dönüşen adalara giden vapurları azaltır ki? Olsa olsa sizin gibi kişiliksiz ve mantık çerçevesi dahilinde düşünceler üretmekten yoksun bir homosapiens, zira size insan demeyi şiddetle protesto ediyorum. Benim gözümde bir küf mantarı hatta bir kaldırım taşı hatta yere atılmış bir izmarit çöpünden farkınız kalmadı bilesininz. Sizin gibi insanlar oldukça bu ülkenin kalkınma olasılığı çamaşırların kendi kendilerini yıkama ihtimallerinden bile daha düşük olacaktır.
Bunun yanısıra son derece anlayışlı arkadaşlarım olduğu için kendileriyle gurur duyduğumu, benim için en az beni evime götüren otobüsler kadar vazgeçilmez ve elzem olduklarını bilmelerini isterim. Ayrıca bana sağladığı bütün katkılarından ötürü anneme teşekkürlerimi sunmak isterim. Onlar olmasalardı bugün ben olmazdım. Farklı, garip bir şey olurdu. Beni ben yapan bütün detaylara, okurlara ve yakınlarıma teşekkürü borç bilirim. Hepinizi çok seviyorum. Ben bisiklete binememiştim hatırlarsanız ama şimdi eve gidicem daha sonra bisikletçi arayacağım ki bisikletimi tamir için oraya götüreceğim ve dünya daha adil, daha güzel bir yer olacak.
Hem daha 2. geleneksel hipi şenlikleri, çikolata şelalesi etkinliği ve benimo şöleni var. Ne demişler deliye hergün bayram..

saygılar

not: zaten kötü bir gün olacağını anlamıştım zira günün başında tırnağım kırılmıştyı.
not2: bilemeyen okur için gitar tırnağı var bende tiki tınağı diyil
not3:zaten mantık hatalarını geçtim gramer hatamı da geçiyim sinir anında yazdıydım bunu.

29 Nisan 2009 Çarşamba

Üşenmeyenine öyle bir şeyler...

Ne acıdır ki, televizyon olmadan uyuyamıyor(d)um.

Bir kaç hafta önce başka bir alışkanlık sayesinde yendim bunu. Yatağıma yatınca, televizyonu açmadan odamın balkonunun bana sağladığı mükemmel açı ile gökyüzüne bakıyorum.Günümü tartıyorum,ilişkilerimi gözden geçiriyorum, hayatımdaki eksiklikleri ve düzensizlikleri sorguluyorum... Sonra da sızıp kalıyorum işte. Dün gökyüzüne bakarken Mazlum'un suratı geldi gözlerimin önüne.

İlkokuldaki sıra arkadaşım Oğuzhan'a benziyor.. 3. sınıfta özel okuldan devlet okuluna geçince bir hayli problemler yaşamıştım.. Doğrusu öbürleri benle sorunluydular, " burası özel okula benzemez " diye günde 10 defa ayar yiyordum.. Hatta sınıf öğretmenimiz bir defasında da aynı şekilde uyarmıştı beni, ne yaptığımı hatırlamıyorum.. İsmi Bahit'ti.

Bahit hocayı sever miydim, sevmiyordum sanırım. Sevilebilecek de bir adam değildi, " anlamadığınız var mı " diye sorardı, 40 kişinin 38'i anlamadıysa 1 tanesi " ee şey şunu" derse " NESİNİ ANLAMADIN ANLATTIK YA O KADAR" cevabını alırdı. Döverdi falan filan.. Gerçi 2 sene girdi derslerimize. Ama aklımdan çıkmayan iki anım var.

4. sınıftaydım. Erken bitirdiği bir ders, hatırladığım kadarı ile son dersti.. Masama yansıyan güneşin üstünde gölge oyunu oynuyordum kendi kendime, hayvanları konuşturuyordum.
Birden masama yansıyan güneş pat diye kesildi. Kafamı kaldırdığımda o adamı gördüm, kızgın bir suratla bana bakıyordu.

"PİS FAŞİST, BEN SENİN NE YAPTIĞINI BİLMEZ MİYİM, OKULDASIN BE, NASIL YAPABİLİRSİN BUNU, NASIL BİR ÜLKE OLDU BURASI" diye bağırmıştı. Kelimelerin bazıları bulanık olsa da buna yakındı. Ne vardı ki ? Ellerimle kurtları konuşturuyordum, bu ne gibi bir suç temsil edebilirdi, o adam neden bağırmıştı ki bana ? Bir anlam veremediğim bir konuşması daha vardı. Haftada en az bir dersinin bir kısmına sıkıştırırdı : " O adam, Kenan Evren.. Pislik herif. Bir gece sokağa çıktı, herkesi uyandırdı ve Türkiye bir daha eskisi gibi olmadı "..

Naapmış ? Deli miymiş o ? Bağırıp çağırmış mı ? Derdi neymiş ki... 4. sınıftaydım.

Şu an 10. sınıftayım, 1 buçuk senedir Bostancı'da ikamet ediyorum.

Orhan Yılmazkaya'nın derdi neydi ? İnternetten dinlediğim telsiz görüşmesi gerçek olabilir mi ? Mazlum'u da o mu öldürdü, isteyerek mi yaptı ? Yoksa daha başka, daha güvenilir insanlar mı..

Son zamanlarda beni paranoya kabusuna boğan bu gerçekleri kabullenmek çok zor geliyor artık.
Başımıza gelenlerin, her sene 5. ayın 1. günü olan olayların, önümüze sunulması, içimize işletilmesi, beynimize kazınması.. Acaba suçlu olan kim ? Kendi kendimize mi bölündük ? Yoksa bizi böldüler mi ? Bölünmemize çare arayanlar bölmüş olamazlar değil mi ? Büyük fotoğraf gözümün önünde şekillendikçe kaçıyorum, hayır, bu doğru olamaz.

Peki ya doğruysa? Lanet olası bir silahı yaşıtımın kafasına nişan alıp tetiği çeken adamın derdi ne ? O kayıt doğru ise, söylediği her şeyi gerçekten o söylediyse, onunla aynı yolda yürüdüğümü bilerek, aynı düşünceleri paylaşarak yaşadığımı nasıl kabullenebilirim ? Masumları nasıl öldürebilirim ? Öldürmeli miyim ? Öldürdü mü ? Yoksa öldürmedi mi ?

Kusura bakmayın rahatsız ettiğim için.. Ateşiniz var mıydı acaba ?

27 Nisan 2009 Pazartesi

Bostancı-Hollywood

Sayın dostlarım,

http://www.internethaber.com/photo_news.php?id=813

Haberleri görmüşsünüzdür.Bostancı'da evimden yürüyerek 5 dakika uzaklıkta bir apartmanda tek bir teröristin yarattığı yıkım belli.
8 yaralı,2 ölü.

Ölenlerden biri komiser ötekisi ise tek suçu oradan geçmek olan 16 yaşında benden zerre farkı olmayan gencecik bir çocuk.
İnsanın bu derece yakınlarında böyle şeyler olunca,hayatta olmasının tek sebebinin oradan geçmemesi olduğunu fark edince inanası gelmiyor.

İnanasım gelmiyor çünkü yanıbaşımda Hollywood filmlerinden çıkma çatışmalar yaşanıyor,bombalar atılıyor,insanlar vuruluyor.
Yanıbaşımda polisin beceriksizliği yüzünden gencecik bir çocuk ölüyor.
Yanıbaşımda insanlar saatlerce evlerinde yere yatıp çatışmanın bitmesini bekliyor.

Teröriste diyeceğim birşey yok zaten de,diğerleri:

Alanı adam gibi güvenlik kordonuna alamayan,beş saatte(mecaz yok) bir adamın bulunduğu apartmana giremeyen,çatışmanın göbeğinden sivilleri ayıramayan polise yazıklar olsun.

Polisin ihmali yüzünden ölen bir insan hakkında " gençi merakı öldürdü", yazan yandaş medyaya,
Reyting almak için çalışanlarını namlu önüne atan medya patronlarına yazıklar olsun.

Ateş açılan evin karşısında dikilenlere,çatışmanın göbeğine dalanlara,dürbünle ölüm izleyenlere,hala 1 mayısta ne olacak derdine düşenlere yazıklar olsun.

İstanbul'un en huzurlu semtlerinden birine Hollywood aksiyon kuşağı yaşatan memleketime yazıklar olsun.

ROUND 2

SEMRA HANIM

------------------- VERSUS -----------------

BAYHAN


Evet sevgili blog ahalisi, Mahavishnu ile başlayan, gençliğimizi heba eden en korkunç "şeyler" düellosunun 2. round'una hoş geldiniz... bu haftaki rakiplerimiz, hepinizin tanıdığı, yıllar boyunca akıllarınızdan çıkartmak için uzun zaman harcadığınız, "saygı"değer Semra Hanım, ve benzer dönemlede boy göstermiş Bayhan. Meydan sizin...

26 Nisan 2009 Pazar

Bisürü Şey

Şimdi ben buraya bisürü şey yazıcam 100 yazıdan biraz sonra olduğu içn blogda olanları inceliyim dedim

Öncelikle, blog kurulduğundan beri diş macununu nerden sıkarsınız anketi orda ve durmaya da devam edicek sanırım, birinin buna dur demesi lazı (ben diyorum) yetkililerinde bu dur diyen arkadaşı (mesela ben) takmaları ve onu ordan kaldırmaları lazım

Sonracııma {Sonra cuma bugün perşembe (beni seven burdan sonra okumaya devam eder)} Ciguli, kesinlikle yok edilmesi gereken birisi değildir aksine o sempatik tavrı o fıkır fıkır besteleriyle genç yaşlı herkesin sevgilisi olmuştur (mecaz...)

Bir başka önemli mevzuat, bu bılogda toplum baskısı söz konusu. Bakınız batikon arkadaşımızın yazılarına. Son yazısı bitılzı sevdiğiyle ilgili, ondan önceki yazısıda bitılzı sevmediğiyle. Bu fikir değişikliği nerden geliyo sorusunun cevabını aradım ve buldum. Bakınız yazıların sağ altında görülmicek renkte ve puntoda yorumlar var. "O" yorumları okuyunca zavallı batikonun fikir değişikliğinin sebebi açık ve net bir şekilde anlaşılıyor. "O" yorumlarda tacizi aşan tecavüz halini almış ağır eleştiriler var ve ÇOOK uzunlar. Yazarlarımıza böyle şeyler yapılmamalı onlar taciz ve (veya) tecavüz edilmemeli (Osman Tanburacı bey efendiye saygılar zamanında onada tecavüz girişiminde bulunmuştu birileri...)

Ve son olarakda...
Yok bişey...
Güle Güle
Görüşmek üzere
Saygılar, Sevgiler

AAAAAA bi dakka bana daha ciddi bi ortamda Osmancık Turuncusu'nun tam olarak ne olduğunu açıklamanızı istiyorum...

%...

sayın OSDM okurları; 100. yazısına ulaşan blog'umuzu birde istatistiksel inceleyelim:

252 gün içerisinde yazılan 100 yazıya göre:

Blog hisselerinin %33'üne sahip olan Angie 7 günde bir(aferim ona),
Fermium 12 günde bir,
Mahavishnu 12.6 günde bir,
Jude ve Kolombus 31 günde bir(şeym on yu !),
Bir küçücük osmancık 42 günde bir,
Batticon ise 63 günde bir yazı yazmış.

blog genelinde ortalama 2.5 günde bir yeni yazı girilmiş,

toplam 2 oylama yapılmış,

toplam az radyo yayını yapılmış(çok az)(PUH ! size.),

blog dahilinde sayısız toplantı gerçekleştirilmiştir.



Yıl 20**

Yıl 20**;

kadıköy-biryer dolmuşuna binen herhangi bir güzide OSDM yazarı, yanlarındaki 2 genç bayanın şu diyoloğuna kulak misarifi olurlar:

-geçen hafta mahavishnu'nun yazdığı yazıyı gördün mü ? nasıl rezil etmiş adamları ya..
-sen onu geçte angie'nin verdiği cevaba gel... sağlam yapıştırmış lafı.
-dimi ? öyle sahiden... bu hafta OSDM FM'e iptal diyolar ?
-yok ya... Jude'un işi varmış, fermium sunucakmış, özel bişeyler yapıcaklar diye duyduk.
-....
-......
(uzaar gider)
masa
ehem. en büyün fantezim budur. veya hatta:

yıl 20**; OSDM adına verilen büyük bir davette, küçük ama yüksek kokteyl masası başında bir OSDM yazarımızın yanına yanaşan birisi;

-pardon, Jude sizsiniz değil mi ?
-a evet. merhaba.
-aa merhaba. çok menun oldum. ailecek okuyoruz (jude çok yazıyor ya...)
-...
-...

istikrarlı adımlarla ilerliyoruz (H)



20 Yıl sonra:

İyi günler Dünya.
Burası 674. ile 589. dalga arasında yayın yapan OSDM Fm.
Yeni Lideriniz konuşuyor.

Lütfen bütün askeri gücünüzü en yakındaki OSDM kışlalarına teslim ediniz.Herhangi bir direniş uyarı yapılmaksızın yok edilecektir.

İş birliğiniz için teşekkürler.

Ehm..Şaka lan şaka dünya.37 yaşına gelip hala bi bok olamadım.Burası da Flatcast zaten.Dinleyiciler de 3 kişi.Neyse ben Bidılz çalıyorum hacı.

hehe

çok uzunca bi yorum olacağından vazgeçtim.
efendim en başta sevigli angie mizin blogun en birinci temel taşı olduğunu söylemek gerek. sonralıkla da ehem öhöm beni bu ödüle layık gördüğü için bütün oyuncu arkadaşlarıma ve jüri yok yanlış konuşma..

şimdi ilk başta bu blog fikri hiç kafama yatmamıştı. hatta "aaaAAaa yazarlık mıııaa yapapmam ki ben ı-ıh olmaz kiiieaaa" diyerekten karşı çıkmıştım.
sonracığıma zorlan da olsa fermium olarak kaydım alındı ve başladım gözlemci olarak bişey yazmamaya sadece yorum yaptım taki o gün o kedileri görene kadar benim açımdan kedilerin en bi faideli olduğu gündü. hani otobüste giderken hiç beklemediğiniz çok rastlamadığınız bi şarkıçalmaya başlar da damarlarda sanki kaynar su geziyomuş gibi olur ürperir insan biraz onun gibi.  o esnada bunların resmini çizip bloga koyabilsem ah ah ah dedim fakat bu işte mahavishnu kadar usta olmadığımdan yaratıkların kedi oldukları bile zor anlaşılacaktı olsundu. nolursa olsun show must go on denmeliydi hatta benim için show must begin di olaylar. neyse başladım işte böyle.

hani abla abi kardeşi aslında hiç istemez ilk başta çamdan atmayı camiye bırakmayı düşünür ama bebeği ellerine aldıklarında iyice bi ebebeynlik basar ya onun gibi OSDM ve aramdaki bağ..
yavrum..

yani diyorum ki long live OSDM! 100. yazın kutlu olsun.

FACT!

100. yazımız şerefine sizi istatistiksel bilgilerle donatayım dedim okurcanlar ve sevgili blog ahalisi!!
Bu çarpıcı bilgiler ortalığı sarsacak nitelikte.
Bu bilgiler 100 yazıdır söylenmemiş şeyleri günışığına çıkaracak nitelikte.

Geliyor sevgili OSDM insanları...
İstatistikler geliyor.

FACT!!

Yazıların:

%21'i Fermium
%20'si Mahavishnu
%8'i Jude
%8'i Kolombus
%6'sı bir küçücük osmancık
%4'ü de Batticon

tarafından yazılmış.

Mahavishnu'yu burun farkıyla geçen Fermium'u tebrik ediyor, blog'un ilk üyelerinden Jude ve Kolombus'u sadece 8 yazı yazdıkları için kınıyoruz.
(Diğerlerine hiç değinmiyorum zaten!!)

Daha nice 100. yazıla... Ahh! Noliy?! Anaaam! Antiklişe timiymiş...

23 Nisan 2009 Perşembe

Eleanor Ribgy Part I


Eleanor Rigby


Şu yalnız insanlara bak diye düşündü Father McKenzie.Cenazeden

birbirinen uzakta ve sessiz ayrılanlara bakarken.

Sonra kendi yalnızlığını düşündü yamanmış çoraplarına bakıp...

Ömür boyunca hayallere tutunup öylece yaşamayı,

Cenazesine kimsenin gelmediği şu garip kızı düşündü.

Gözlerinden iki damla yaş süzüldü, Silah patladı.


“cenaze...kız...kız güzel gülüyor...Hayatında ilk kez yalnız olmadığını hissediyor...Kız uzaklaşıyor tut.tutmalı bir jilet rüyayı ikiye bölüyor...İskoçya...ortada kocaman bir ova..kız orada...orası en sevdiği yer hiç gitmediği..kız yok oluyor kalk..”


Gözlerini açtığında morgda buldu kendini...

kafası yerindeydi.

neler olduğunu anlayamıyordu.

Tek istediği, Orası ve oydu.Neden bilmiyordu hayatında ilk kez sorulara cevap alabileceğini

düşündü.Rüyasındaki kız hani şu cenazesine kimse gelmeyen ve intahar eden.Oydu rüyadaki.Belki

orada olacaktı, belki...


Bu sırada başka bir hastanenin başka ancak aynı soğukluktaki morgunda bir kadın uyandı bilekleri jilet

izli...


Ayağındaki etikete baktı. Rigby Eleanor yaş:28 Ölüm sebebi: intahar

sonra rüyasındaki o ovayı hatırladı...

hiç gitmediği hep olmak istediği yer orasıydı sanki

ve hiç tanımadığı ama bir yerlerde hep özlediği adam...

Belki sorulara cevap vermesi için bu sefer düşünmemesi sadece yapması gerekirdi.

Babasının sözlerini hatırladı: Yol yaşamdır,varmak ise ölümdür.

Güldü, ayağındaki etiketi çıkardı. Ölü insanlar nereden geldiler diye düşündü iki yabancı,

iki ölü... yeni ve daha çarpıcı bir soru yolculuklarına başlattı ikisini:

ya yalnız insanlar?

Onlar nereden geldiler?


Bu blogdaki insanların Beatles aşkı aşikar.Birçok şarkılarını biliyoruz.Batticon'un yazısının üzerine yapmam

gereken şeyi yapıyorum hem :).


Biryerlerde demiştim.Beatles bana yazmayı beceremediğim hikayelerimi anlatıyor diye,öyle.Ben yeni bir

geleneği başlatabilirim umarım.Gerçi yazım edebi açıdan çok kaliteli olmadı ama kimin umurunda.Ben

sadece elinizi tutmak,size hikayeler anlatmak istiyorum John ve Paul'un tanıdık sesleri ile.


Bu gün ilk hikayemin ilk bölümünü anlattım işte.Part II ne zaman gelir söz veremiyorum,bir süre

(ama az:)

buralarda olamayacağım sanırım ; ancak eminim ki

dostlarım da kendi hikayelerini anlatma şansını geri tepmeyeceklerdir.


İyi eğlenceler...

Mahavishnu logs out.
(Angie'den gelen edit:
Mızmızlanarak bir önceki yanlış alarmın 100. yazımız olmadığını belirtmiştim. Ama bu sefer haberler iyi! Mahavishnu'dan gelen çok şahane, çok şukela bir 100. yazımız var artık!!
Gerek blogda yazan sevgili yazarsal insanlara, gerek de yorumlarıyla Ortadan Sıkılan Diş Macunu'na ruh katan okurcanlara teşekkür etmek isterim.
Bu bloga ilk başladığımızda kimse yazı yazıcağımız konusunda ümitli diildi, ama 100. yazıya ulaşmışız, çok mutlu oldum hani.
Hepinizi kocaman öptüm pıtırcıklar.)

Özür

Kendi adıma tüm okuyucu güruhtan ve yazar dostlarımdan özür dilerim,ancak bir süre daha sınavlar yüzünden buralarda olamayacağım.Ha olduğumda kendimi affettireceğim çünkü o çok beklenen Banu Alkan vs. Ciguli savaşını yazacak ve yepyeni bir yazı dizisine başlayacağım:

Here it comes...
Comin'...
Wait for it...

Beatles İyiymiş...

Merhaba ben Beatles'i sevmeyen çocuk(hala da çok bayılmam da neyse)
Geçen gün yatağımda müzik dinliyodum ve öyle çok süper bi modda da diildim ama o anda 'While My Guitar Gently Weeps' çalmaya başladı ve hayatın çok güzel bi şey olduğunu hissettim her şey iyiydi benim için hayat iyi bi yerdi ve iyi olucaktı sonra şarkı bitti ve ben 'Stairway to Heaven'ı açtım ama o şarkıda bunları hissetmedim sadece notalar beynimdeydi ama kalbime inemiyordu ondan sonraki gün 'While My Guitar Gently Weeps'i bi daha açtım ama aynı duyguları hissetmedim belkide sadece o ana özgü bi şeydi...

not:Hala Led Zeppelin'i daha çok seviyorum 'Stairway To Heaven' hala en sevdiğim parça ve Jimmy Page George Harrison'ı döver.
not2:o kadar güzel yazmadığımı biliyorum ama bunları kelimelerle anlatmak zor gerçekten çok zor...

22 Nisan 2009 Çarşamba

salamlar..

efendim;

bahar geldi kimimizin sınav haftası geçti (bkz: ben) kimimizin hala sınavları var (bkz: jude), kimimizin garip gurup işleri oldu (bkz: angie), kimimiz kayıp gençlik fişmekan..

ama saygıdeğer okurcanlar bahar geldi..
silkelenip yazı yazmanın insanların içlerindeki gevezeliği zevzekliği dışa vurmalarının vakti geldi hatta geçiyoken anonimos adlı okurcaniye bize ayarımızı verdi şimdi hepbirlikte dönüp blogumuzun ilk kısmına bakıp maşvişnuyu efesle kınayalım.. kınnnnn. sonra angie nin çeşitli ayar içeren 2 yazısına bakıp üstüne bi de hakkında soruşturma(yada anket) açılmasını göz önünde bulundurup osmancığı daha çok kınayalım.. kıaaannnnnnnnnn. daha sonra da büyük bi ihtimalle wow'a sarmış yazar kolombusa ne diyceğimizi düşünelim. batticon'un ne bahane uydurucağını bulalım. ve jude la angie ye cuma günü giricekleri matematik sınavında şans dileyelim iyi çocuklar olalım. belki bi gün uslu çocuklar olursak onları görüceğimizi unutmayalım.

nihayet sınav haftası bitti 6 günde 11 sınavın acısı henüz geçmedi notlarımı öğrendiğim hafta da geçmiycek ama her son gün olduğu gibi saçma sapan bir fotoraf albümümüz oldu çok mutluyum evet. sonracığıma uslu çocuk olmaya çalıştım ben derslerime çalıştıııım, çok kopya çekmediiiim, hiç 5 almıyom ki çan eğrisi bozulmasıııın dimi ama..

gördüğünüz gibi şuan IQ su yaklaşık 60 birim düşmüş bir insanım ve yazı bile yazamıyorum sadece sınavlardan bahsediyorum ama inanıyorum ki şu hal 3 gün içinde geçicek. bahanesi olamayanlar düşünsün.. 4 kınanan, düşünülen, bulunan yazarlarımıza selam ederim..

saygılar, sevgiler küçüklerin kafasına pıt pıt vurur büyüklerimi saygıyla süzerim..

7 Nisan 2009 Salı

Gün Olur

GÜN OLUR

Gün olur, alır başımı giderim,
Denizden yeni çıkmış ağların kokusunda.
Şu ada senin, bu ada benim,
Yelkovan kuşlarının peşi sıra.

Dünyalar vardır, düşünemezsiniz;
Çiçekler gürültüyle açar;
Gürültüyle çıkar duman topraktan.

Hele martılar, hele martılar,
Her bir tüylerinde ayrı telaş!..

Gün olur, başıma kadar mavi;
Gün olur başıma kadar güneş;
Gün olur, deli gibi...

Orhan Veli



Bitkindi. Tartışmaktan mı yorulmuştu, fazla düşünmekten mi? Yoksa yaşamaktan mı? Bu en fenası olurdu. Yaşamaktan yorulmak, bitkin düşmek. Oysaki hayat ne de güzeldi! Güneşin yüzünü okşayan elleri, her seferinde başka bir ezgiyle kıyıya kavuşan dalgalar… Hayat çok güzeldi; ama güzel olduğu kadar çileliydi de.

Onun aklında hep bir düş vardı. Uçsuz bucaksız denizin ortasında, gün doğumunda yakalayacaktı kendini. Belki dün akşamı güvertede yıldızların altında geçirmiş ve sabahı güvertede karşılamış olacaktı. Belki elinden bir önceki akşamdan kalmış bir içki şişesi düşecekti. Belki güvertede düşünerek sabahlamış olacaktı. Güneşi belki de lombozların ardından izleyecekti. Ne olursa olsun o kırmızıyı, o turuncuyu, o maviyi, o moru görecekti ya; öncesi umurunda olmazdı bile.

Varsa, uyku mahmurluğunu üstünden atmasının ardından, küçük kayığına binecek, kürekleri ıskarmoza bağlayacaktı. İlerleyecekti ıssızlıkta, yanından belki bir iki balık geçecekti. Kolları nereye gitmek isterse o yöne kürek çekecekti, o yöne gidecekti. Sonra duracaktı. Denizin ortasında, herkesten ve her şeyden uzakta…

“Teknemde oturur, teknemde uyur, teknemle gezerim. Karnımı balıkla doyururum,” diye düşünürdü hep. Ne de olsa şu ölümlü dünyada uykudan, gezmekten; ha bir de balıktan, mezeden, rakıdan çok sevdiği bir başka şey yoktu.

Tek bir şey daha istese, bu düşü olduğundan, olabileceğinden daha da güzel kılmaya uğraşsa; bir de sevdiği kadını isterdi yanında. Ama bunu öyle çok sık düşünmezdi. Yıllar yılı alışmıştı; yalnızlığa da, hayatından gelip geçenin çok olmasına da. Bir kadını düşüne dâhil edip etmemeyi pek de umursamazdı. Arada bir, yalnızlıktan iyice bunaldığı zamanlarda, içini çeker, bir seveni olsun isterdi. Sonra bu düşüncelerini bir şekilde dağıtır; hayatına da, düşüne de olduğu gibi devam ederdi.

Boğaz’ı seyre daldığında hep bunu düşünürdü işte. Karşı kıyıdaki evleri seçebildiği bu küçük ama olağanüstü Boğaz’dan ayrılıp; daha derinlere, daha uzaklara gitmeyi hayal ederdi. Balıkçılara bakar, onları özleyeceğini düşünürdü. Aklına Taksim’in telaşını getirdiğinde, yüzünde buruk bir gülümseme belirirdi. Sonunda bir martının acı çığlığıyla kendine gelir, düşünürdü acaba martılar benimle gelirler mi diye. Sonra balıkçılardan medet umarak tepelerinde daireler çizen martılara döner sorardı: “Hakikaten gitsem, beni özler peşimden gelir misiniz?”


dibebirnot: Geçen sene Türkçe dersi için yazmıştım ama derste okuma fırsatım falan olmamıştı. Bilgisayarda dolanırken buldum, koyayım dedim...

2 Nisan 2009 Perşembe

buluşlara saygı.



şimdi reklamlar..
şanslı bir blog okurumuzun olan taci adlı mor diş macunu itici bir bilim mucizesi nin resimlerini görmekteyiz. o diş macununu hep ortasından sıktı bizler gibi! o kapağı hep açık bırakıp kuruyan diş macunlarının yarattığı mutsuzluklarla büyüdü benim gibi! en sonunda babası ona taciyi aldı!
belki kapağa çözüm değildi ama artık ortasından da kapaktan da sıkarsa sıksın kolu çevirince ilk günkü gibi oluyordu. işte bu yüzden babaları tebrik ediyor Beren Su KALES i de bu çalışmasından dolayı en birinci seçiyoruz ve kendisine ödülü olan birincilik çomağını takdim ediyoruz.

30 Mart 2009 Pazartesi

Being There


Bu kadar işte.Belki bi' gün...

28 Mart 2009 Cumartesi

Ben olmak ve bolca da anlamsızlık üzerine ilave edilmiş bay yengeç sosu "aka" laf-ı güzaf

Uyarı: Birazdan okuycağınız yazı bol bol anlatım ve akış bozukluğu içermekte,yazarının elinde bir oraya bir buraya gidip adam gibi bir sonuca bağlanmamaktadır.Tahmini okuma süreniz olan birkaç dakikanızı boşa harcamanızdan müessesemiz sorumlu değildir.Yazı boyunca likörlü kahve,çilek muz ve damla çikolata tüketilmiş,Bir(1)adet mendil kullanılmıştır.Fırk!:

Karmaşık bir adamım ben.Hayır,bunu "marjinalim,çok acaibim amuda kalkıp parende atar,ah siz toplum,sistemin çarkları bik bik bük bük diye konuşurum azizim ehe ehe" anlamında söylemiyorum.Basit olmayı özleyen toplum tarafından dışlanmış "entel" adam isyanı değil benimki ve bardan kız kaldırmaya yaramıyor.

Önceki paragrafta dediğim gibi,karmakarışık bir adamım ben.Koca bir yumağın içinde debelenmekten bahsediyorum ama.İki elime de birer şiş almış ilmik üstüne ilmik atıyor,çıkamıyorum.Şu an istediği yere gitmeyi başaramayıp sürekli klavyenin-eskiden daktilolar vardı- etrafında dolanan düşüncelerim gibi ben olmak.

Ergen acıtasyonu diye birşey var sonuçta.Bu gerçeği reddedemeyiz ama bu yazı onlardan biri değil,en azından amacı ergen acıtasyonu yapmak değil.Az oku başladıysan.

Klavyenin çevresinde dolaşan kelimelerimden bahsetmiştim ya.İşte tam da o.Bazen ardından koşmak kolay birşeylerin mesela ben olmak işinde.Yani kolay tanıdık,güvenli bir yüzü yakalamak yere çarpan ayak tabanlarıyla.
Ama bazen de taksi paranı delice vermek isteyip de koşamamak var soğukta yürürken o.Hayatında duyduğun en güzel çocuk sesine karşılık verememek ardından koşamamak da var.
"pardon,mendil alır mısınız?"
Her hece içini ısıtırken, o, karanlık sokakta kaybolurken çivili kalmak,taksiyi sktiredip eve yürümek var kendine küfrederken ben olmakta.

Ya da o tanıdık,güvenilir yüzün üç kelimesinin her soğukta seni daha da titretmesi var,evet,ben olmakta.
Ve evet,"hava çok soğuk."

Ve en garibi yazmak istediğin halde aklına gelmesi var gene o üç kelimenin,tanıdık,dosthane yüzün.Ve tenini yakması sanal,keskin soğuğun.

Hayatta pek fazla aidiyet hissetmedim ben.-e tabi evim ailem var herkes gibi.-Hissedince de kopamadım işte.Sivilcelerden bu yüzden nefret ettim hep.Koparmazsan gitmez,acı verir,koparınca da kanar bok var gibi.Durmaz da kolay kolay.Ufacık yara strese sokar seni koca mendili boyamasıyla kırmızıya.O sıkıntının sonunda elinde kalan ise acısından ve şişkinliğinden beterdir gene de.Kan ve irin.Buna rağmen patlatırsın işte tekrar tekrar.

Filmleri de çok severim ben.-Genelde benim aksime konudan da böyle fersah fersah ötelere koşmazlar onlar-Hayatı widescreen izledim bazen bu yüzden.Şikayetim yok yani.Hep bir parça film yaşadım hayatımda,kendi küçük dünyamda yaşattım kendime yani devliği.Otobüs camına dayayıp kafamı filmler yazdım yönettim yıllarca başrolünü oynadığım.

Küçüklüğümden beri kendimi derine enjekte etmediğin,içine çekmediğin,yutamadığın uyuşturucularla tatmin ettim.Hayal kurdum hep.Aşklarım,dostluklarım,şarkılarım ve dalgalarım hep hayallerimdeydi bir parça.
İşte.Shuffleın kıyağı tanımlamama imkan tanıdı."Despertar" yaşadım hayatı ben biraz da.Hayallerimde yağmurun ortasında söylerken şarkıları.

Şikayetçi olmadım bir noktadan sonra gerçi.Güzel şeyler de oldu.Islandım,çok ıslandım biliyor musun? Sırılsıklam koştum bazen hayatın peşinde.O tanıdıklık var ya yukarıda anlatığım dibine kadar buldum bazılarında ki minnettarım onlara.Ama onlara bile kızdım,onları bile kıskandım bazen kalbimdeki tüm sevgi -eşit olmasa da :) - o insanlara aktığı halde.Canımdan çok sevdiğiklerimin canını yaktım kendi canımı yaka yaka.Dedim ya karmaşık bir adamım ben.

Bütün insanlığı ve tüm varlıkatı(güzel bir kelime oldu)canından çok sevip aynı zamanda o insanoğlunun bacağına çatır çatır sıçan,napalm işeyip dikenli tel yiyen,dünyaya tecavüz eden bir adam da olabiliyorum istemediğim halde.

Ama bre yabancı,karmakarışık hatta bolca da kuruşuk dedim ama,bir şekilde yaşadım be tüm zaaflarımla ben.Ya sen?

Birbirimize tahammülümüz yok yabancı.Bu yüzden sen benim ben senin yabancınız.Ama artık fazla oldun yabancı.Sen ve senin türün beni artık zerre enterese etmiyor.Petrol soslu dolarların için yapılan savaşlardan,kanlı nefesinden,egolarından,samimiyetsizliğinden bıktım.Din ve milliyet kavgaların koca bir şaka benim için.Ve hayır yabancı,aberkrombie giydiğin için saygı duymayacağım sana.Yazamadığım bir kelime neden umrumda olsun ki? Ve hayır savaşan adam,plan yapmayın plan diye türkü söyleyen,tecavüz eden,çalan ve yıkan yabancılar size de saygı duymayacağım.
Beni yargılayamazsınız.Hayatıma karışamazsınız.

Ve hayır,hayatlarınız,ayak oyunlarınız ve korkunç nefesleriniz eşliğindeki sözleriniz beni zerre ilgilendirmiyor.
Ve evet öndeki büyük göğüslü iri kalçalı ya da ince belli dişi yabancılar,.çiftleşme ritüelleriniz de artık beni ilgilendirmiyor.aşk ı alıp seks ile sınırladığınızdan yana.Hani şu suni ilişkileriniz var ya,midemi bulandırıyor.Onu birgün bulacaksam ve peşinden koşacaksam tüm hayatım boyunca size ne?Biliyor musunuz?Size baktıkça daha da emin oluyorum bu kararımda.

Karmaşığım dedik zaten nuhnebiyim de ben.Vosvoslar,Şevroleler,Sinatra,Cazz,fötür şapkalar yeterinde güzel iken gerçek aşkı,dostluğu tatmış ve tatmakta iken,Nazım,Sait Faik,Bukowski okumuş iken,
Gençlik dergileriniz,müzikleriniz,saçma sapan ilişkileriniz ve kıçıkırık,barbar modernizminiz ile yormayın beni.

Ben bir gün geleceğine inanarak onun,güneşin ve değerli olan herşeyin,bazan sessiz,bazan de haykırarak,bazen kuru,bazen ıslak bir şekilde tüketeceğim bu ahir hayatı kendimce.
Ne de olsa 42 hayatın anlamı değil.Ve bu boşluğa rağmen yazmam da bunları zaten laf-ı güzaf...


"işte bunu yapmış olmalıyım!
Yıldızları taşıyıp gökyüzüne aşk sözcükleri yazmış olmalıyım!
(I LOVE YOU LEELA)

"patlama için geri sayım: üç...iki...bir..."

"Hayır!"
"Gördün mü gördün mü?"

"Neyi?"
"Patlamayı mı?"

"Hayır patmayı değil"

"Neyi?"

"Boşver"(*)

Ben olmak dedim ya sabahtan beri,Bu işte.Labirentte dolanıp durmak peyniri ararken.Hem de gerçekten orada bir yerde olup olmadığını bilmeden.Kaçırdığım ve bazan de başkalarının kaçırdığı patlamaları düşünüp dolan gözler bir çizgi filmde ben olmak.

Ama gerçekten de yabancı,ve evet gerçekten sevgili alışkanlık
Boşver... :)

*=Futurama
Sezon 3 bölüm 15
"time keeps on sleeping"

21 Mart 2009 Cumartesi

flatcast earl den nefret ediyo.

açıklıyım: earl benim bilgisayarım olur flatcast de radyomuzun zırtı
benim yapabileceğim programlar belirsiz bi tarihe ertelenmiş oldu.

saygılar

20 Mart 2009 Cuma

Bu herkes için küçük, fakat bizim için büyük bir bölümdü-Blood Harvest

Evet sayın OSDM okuyucuları, bugün tarih 20 mart cuma'yı gösteriyor. bugün bir kenara yazılacak, çünkü bugün OSDM ekibimiz tarafından hummualı bir çalışma ile olağanüstü bir şey gerçekleştirildi. (çok olaganüstü değildi bikerem) 

Resmi rakamlarlada ifade etmek gerekirse, bugün, saat 17 ile 18.00 arasındaki sürede, biricik blog yazarlarımızdan fermium, jude ve mahavishnu'nun hummualı çalışması ve birazda dayatması üzerine, tam 57 dk boyunca, bir internet kafede(bkz:agaliboboli) L4D oynamış, ve yine 57 dk boyunca kendinden geçmiş bir vaziyette zombi katletmiştir.
 bikere ; kendimden geçmedim algıları bi acayip  olan jude du neyse bunlar beni internet kafeye sürüklediler. ve oturttular süreyi hatırlamıyorum ama son derece sıkıldım ne o öyle üstüne falan kusuyolar böyk. zombi de gerçek değil hem. cod olsa neyse. pes ve zombi oyunları bana göre değil size sesleniyorum jude efendi..

Bu hadise bizim için, bir dişi ile internet kafede L4D oynamak bir yana, fermium ile oynamış olduğumuz için çok önemliydi. uzun zamandır planladığımız lakin hayata geçiremediğimiz bir plandı. eninde sonunda, almanca sınavından çıkmış, sağduyusu körelmiş, bir pong topu haline gelmiş fermiumuzu adekse atmayı başardık.
pong topu evet oydum yönümü falan bulamıyodum zira 13 mart tan beri sınavlara giriyodum. 

hayatında ilk defa bu kadar uzun zaman fps oynamış olan fermiumun üzerindeki etkiler pek hafif olmadı tabi. kafeden çıktıktan sonraki ilk 15 dk boyuncaki semptomları son derece kötüydü fakat ondan sonraki 45 dk lık evrede hızla normalleşti. jude bilmese de oyun rekorum 2.30 saat ve zombi sevmiyorum.  

ilk 15 dk: İstemiyorum sizi ! miğdem bulanıyo ! kusucam ! boğazımda bişey var ! Başım dönüyo ! Sizinle bidaha kadıköye gelmem ! Pisler !

ilerleyen 30 dk de: öfff.. aman... ayy... off... midem... ben sizinle bidaha bu sokaktan geçmem...(şartlarındaki hafiflemeye dikkat)  
 

45 dk lık süre içinde: oh aman şimdi iyiyim... çok kanlıydı... ben bidaha asla oynamam... kaburga çıkıyodu orda aman o neydi be !
şahsen oynadığım oyunlarda yolda çatlamış at, şişko kusan öldürünce kaburga ve yağ parçaları gözüken, ağlayan saldırgan çatlakları olan, oraya buraya kollar saçılması olayını sevmedim. ama şunu söylemeliyim ki grafikler güzel. yine de bidaha oynamam. 

son dk lerde: önümüzdeki 3 ay içinde L4D oynamama kararı aldım. ama aslında biliyo musun ?
daha az kanlı olsa zevkli olabilirmiş. 
kesin kararım bunu oyna yoksa annen ölür demedikçe oynamamak ilgili merciler bunu bilsin. 

Ayrıca, oyun boyunca karşımıza çıkan bütün özel zombilerin özelliklerini sırayla gösteren fermium, oyunun yan etkilerinden çıkana kadar hiç normal davranmadı; bilenlere:
-witch pozisyonunda debelenmek
(banka oturup başını ellerinin arasına almak) 
-böğk kusucam demek,
-aşırı saldırgan davranmak.  
(bi git demek)
-pençelemek,                          
(bkz: bi tarafından sallamanın en güzel örneği)
-gözleri kanlanmak,                (sigara dumanına alerjisi olmak)

(buralara biryerlere mahavishnu unuttuğum bir kısımları ekler)


Benim 7 yılı aşkın online fps ve internetkafe deneyimlerime dayanarak söyleyebilirim ki; bu şiddetli tepkilerin tek sebebi bir anda, ilk seferde 57 dk lık doz verilmesiydi. aslında şahsımız burda deliler gibi eğlenmiş, fakat ilk sefer olduğu için bir süre fiziksel ve ruhsal yan etkilerin etkisi altında kalmış.
yukarıdaki argümanlarım sonucu buraya yorum yapma gereği duymuyorum. 

ve yine çıkarttığım sonuca göre (kendisi inkar etsede), internet kafenin, L4D in tozunu bir kere yutmuş olan fermium, yakın zamanda pc başına geri dönecek, ve delice zombi öldürmeye devam edecektir. Jude, Kadıköy'den bildirdi.   jude sağolsun 3 hafta internet kafede durduğum için tozu o esnada yutmuştum ama Left 4 dead bana göre değil. oyunu oynadığım için pişman değilim yine olsa yine yapmam bidaha oynamak istemiyorum mümkünse sonuçtan memnun olmayanlar bana samet, osman, necati falan diyebilirler keza yavaş yavaş internet cafe insanlarımdan farklarım azalıyor. türümü yok ediyolar eğer bir gün uslu durursanız fermiyi göremeyeceksiniz. (ühü fırk)(ben böyle miydim , kötü arkadaşlar çok bozuyo insanı..)

bide

 gregor samsa o gün..

15 Mart 2009 Pazar

OsmanCık

Osman bir deli oğlan, on yedisinde
Bir dikili taşı yoktu şu fani dünyada
Osman yoksul, Osman garip, Osman bir deli oğlan
Osman sahipsiz, Osman bir aşık oğlan.

Şerife bir güzel kız, on beşinde
Şerife ay parçası, Şerife elma yarısı
Şerife bey kızı, Şerige ağa kızı.

Osman kim şerife kim derler,
Derler de araya girerler
Ağalar beyler.

Sana yoksul dediler Osman,
Garip fakir dediler Osman,
Ağa kızı nere gerek,
Seni oyuna getirdiler Osman.

Gel büyük sözü dinle Osman,
Hani kan kardeştik Osman,
O kızı sana yar etmezler,
Gece vakti dellenme Osman.

Bırak o silahı yerine Osman,
Silahla mertlik olmaz Osman,
Allah'ın verdiği canı,
Almak sana mı kaldı Osman.

Destur de, tövbe de Osman,
Yüz bin kere tövbe de Osman,
Tetik kolay düşer ama Osman,
Dur Osman dur! Çekme Osman...

Osman bir deli oğlan on yedisinde,
Bir dikili taşı yok derlerdi şu fani dünyada
Osman yoksul, Osman garip Osman bir deli oğlan,
Osman sahipsiz, Osman bir aşık oğlan.

Dinleyin ağalar dinleyin beyler
Üç günlük dünyada üç kuruşluk mala gönül verenler,
Bilesiniz artık Osman'ın da bir dikili taşı var,
Bir avuç toprağa dikili bir taşı.
Bir de ağızdan ağıza, dalga dalga yayılan,
Yanık bir türküsü var Osman'ın...

BARIŞ MANÇO

Neden Beatles'ı Sevmiyorum?

Yazıya başlamadan önce Beatles'ın ilah olarak kabul edildiği bir yerde bu yazıyı yazmak ne kadar doğru bilmiyorum ama gene de bu blogtaki insanların bu yazıya önyargısız yaklaşacaklarını bildiğim için yazıyorum.

öncelikle şunu söylemeliyim ki muziğin halk için deil müzik için yapılmasını desteklerim ve beatles'ın müziği müzik için yaptığını hiç sanmıyorum.Basit akorlar ve gereksiz soloları ile Beatles'ın müziği sadece ünlü olmak için yaptığını düşünüyorum buna örnek olarakta Paul Mccartney'inin başında geçen olayı verebiliriz.Eğer Paul Mccartney orada gerçekten öldü ise yaptıkları şey gerçekten saygısızlık hem kendi şanlarına hem halka ve sadece Paul'un ününü kullanmak için onun ölüsüne hakaret ediyorlar.Beatles'ın müziğine geri dönersek;Tamam sözleri iyi olabilir ama sadece halkın ilgisini çekebilmek için 'çiçek böcek'ten bahsetmekte bi yere kadar yani.Aynı mantıkla hareket ettiğim için RHCP'ı da sevmem ve çok dinlemem ama Led Zeppelin'i fazlasıyla severim çünkü halkın kendileri anlayıp anlamamaları umurlarında diildir ve bu sayede çok iyi müzik yapabilirler.

umarım derdimi anlatabilmişimdir.Bir kez daha hatırlatmak isterim ki Beatles bu kadar sevildiği bir yerde bu yazıyı yazmak gerçekten cesaret gerektiren bi şey ayrıca eğer yukarıdaki yazıda herhangi bir hata varsa lütfen söyleyin.Yazıya önyargısız bir şekilde yaklaştığınız için teşekkürler.(Zevkler ve renkler tartışılmaz)

8 Mart 2009 Pazar

sönümlenerek azalma.

▼ 2009 (15)

► Şubat (4)
► Ocak (11)
 

▼ 2008 (72)

► Aralık (12)
► Kasım (12)
► Ekim (17)
► Eylül (15)
► Ağustos (16)

osmancık ve batticon danışmaya bekleniyorsunuz!
&
sınav haftaları hepimizin ömrünü mü çürütmüş ne?

ayıp ama...